Friday, December 22, 2023

CUMHURİYET PASAJI

 

Sedat Şanver



CUMHURİYET PASAJI





Yazı Kültürü




Yayın Tarihi

29 Ekim 2023








Cumhuriyetin yüz yılına






Meydana dikilmiş şu yontu

Senin kıblen değil; anla, ne mermi çekirdeği

Ne bıçağın keskin tarafı, ne demir yığınları ne taş kule

Bu kahramanlar senin katilin hep, bu hayat sana eziyet

Bizi kendine inandır sen, kendine tapın şu ahir zamanda








DİYARBEKİR BEDEN DİBİ


Ayıptır söylemesi komşunun hafif tertip yumuşak evladı

Çift porsiyon kebabı kimseden habersiz giydirmiş gövdeye

Sur dibi kırk düğme yelek, omuza tünemiş kilise artığı ceket

Diri memeler sıkıyönetim süresince puşt ahaliye emanet


Gerdan fıstıklı katmer, göbek kat kat mumbar


Derin bakışlı adamlar sofraya kurulmuş

Kucak kuzu oturtma, sahan kelle paça

Bol soğan, taze sarmısak, toz kenevir


Dağlar eşkıya tohumu, kenar mahalleler maşerî sevda

Polis köpeklerinin kod adları efsaneleri yağmalıyor

Atan Hektor, yakalayan Hermes

Ciğerde yanık tenli ses


Merkez bir iki, merkez bir iki; yaralı gönüller taşıyoruz cepheye


Kafiyeli çığlıklar patlıyor acil serviste, vuruşarak öleceğiz

Radyoda kan anonsu, ulu önderin tiz kükreyişi, ince saz

Narkotikten maaşlı elemanlar tuz yetiştirme telaşında


İri dudaklar çıkıyor sahneye ilkin, pürüzsüz bacak

Çoluk çocuk ekmek parası için birbirine kıyıyor

Ayakkabı sandığında tehlikeli ritim


Tak tak da tak tak; çat, pat, şırak: Dalgalan sen de ey nazlı karanlık


Boyayalım parlatalım abiler, ablalar; coğrafyanın altını kaynatalım

Ön sevişme acemisi topraklarda yaşıyoruz, şu yakışıklı ölü bizim

Ayak altında çiğnenen ülke, acıların yarıştığı taziye çadırı

Her seferinde daha aşağı yuvarlandığımız yokuş

Kapısını erken çaldığımız ev


Babamızdan korkmasaydık devleti daha az severdik elbet ilk mektepte


KARAKÖY DİK YOKUŞ


Onları yürüdükleri yoldan çevir ve de ki onlara


Kelimelerden büyük günahlarınız var


Ardı derin inilti

Dolandığın bahçe tekinsiz

Körpe bedenleri şehvetle okşuyor gece


Sevaplar uyduruk, gülüşler sahte, bacak felaket


Arzuları vitrine çıkarmış patron

Şu dolgun dudağı öpmemek ayıp

Memelerden uzak durmak imkânsız


Kasıkta meydan muharebesi; yüz, doksan dokuza bir borçlu

Evler sahipsiz, kalçadan pay almamak ne büyük kabahat

Ucuz pezevenklere göre patroniçe her dem haklı


Her müşteri kendinden öncekinin yarım bıraktığı sevişmeyi tamamlıyor

Rüzgâr senin dalını kırıyor ilk, yağmurlar senin testinle taşınacak

Gönül bu, sevgiliye küs; manzara bölük pörçük, etraf telaş


Kavga, gürültü, keşmekeş

Hava toz bulutu, ağız küfür kıyamet, dil perişan

Belli ki senin topraklarına kuruluyor yine birilerinin devleti




ŞARK ISLAHAT PLANI


Alnında akıtma, yılkı soydan emanet

Adımlar sürgün ve süreğen

Bıçkın


Bildik her rüzgârla baş edebilirsin sen, yeter ki iste

Değil mi ki şu yassı toynak, öteler için kanat

Yahut yeleler, uç uç perisi


Karşında apaçık oynaşan teslimiyet

Kömür karası surat yahut çul çaput korkuluk

Az cesaret, senin parıltın böyle sonsuz ve çıplak

Sırtında bir dağın heybeti, şu yangın yeri sana yurt

Sana yol, sana yoldaş, sana senden yakın; aradığın


Şuracıkta


Uzak dediğin nedir ki zaten başlangıçtaki hevesten başka

Kime ne devlet hükmünden; bırak, terkinde demlensin bahaneler

Koşmaların sığmıyor düzlüğe, sığmayacak elbet bir efsane bir cisme


Zorla

Açılsın gecenin kapısı ve sök

Göğün çivisini, çiğne geç karanlığı


Çık

Ötede seni gözleyen hangi erişkin kavim, işte

Yırtık haritalar, işte ezber dil, köhnemiş beden işte

Senin ağzındaysa ahalinin duymaktan ürktüğü hakikat


Ey tay

Kimdir evvele küfredip duran bu kof kalabalık

Senden gayrı kim tarif edebilir böyle eksiksiz olacak olanı

Eldeki kırbaçtan kuvvet alıp İbrahim'e hesap soran şu yezit


De ki kim



DERSİM


İşlediğimiz günahlardan arınmak için açılıyor tüm bu şose yollar


Toprağa sırt üstü uzanıp kedere teslim olmamız

Bundan elbet durup durup iç çekmeler

O upuzun bekleyiş


Surat tanıdık yumruk


Olur mu öyle şey canım

Hepimiz bu ülkenin vatandaşıyız


Zaferden sonra silah arkadaşı ilk düşman


Bu saatte

Güz sonları serin, ameleler esmer

İnşaat malzemesi yüklü her kamyon


Her seferinde farklı rakamı seviyor başöğretmen


Nazik yerlerini okşuyor alfabenin ve kadınların

Kalabalıktan kimsesizliğe akıyor insan soyu

Haritada değişmez yara, kadehte puslu su

Kendi yoluna gidiyor gösterişli her yenilgi


Kimin umuru buğday pazarındaki baba ile oğul


Başladın işte yürümeye

Bitmeyecek mesafenin ilk adımı işte

İnsanlar boş yere koşturuyor saklının ardında


Sokak asfalt

Kaldırımda yokluk hâli, ahali ters

Yaşanan en koyu gece bu cumhuriyet


Hayat denen bu meret resmi bir yalandan başka ne ki zaten



MEDENİYET ALIŞTIRMALARI


Yeşermek için yurt arıyor avuçtaki çubuk


Üstelik şu sonsuz ve fukara

Biten her kadehi boşluğa fırlatan o

Sensin orada; yaprak, toprak ve ayrılık

Bir ihtimal seslenen bize en eski çağdan


Savaş ilanıyla başlamış gün


Kapıda hiç tanımadık biri, hazır ol

İlk seni alıp götürecekler, her yan tuzak

Bitip tükenmez kavga taş ile kuş arasında

Çelik çomak oynuyoruz biz senle iki sevişme arası

Huduttan seke seke geçiyor kaçaklar, nefes nefes öyle


De ki yatak dolu su, ardı akış

Sebepsiz teslim olabilirim ben sana

Senle bir ömür uzanıp öfkeye ve serinliğe


Akılda edepsiz ihtimal

Memelerin ucu süt, eti ısır

Heybede çay ve tütün, avuç kor ateş


Hatırla

Davudi şarkılar, terli bahçeler, şarap lekesi

Adımızın içinde herkesin bildiği itiraz

Ağızda gül, ateş topu, ağızda dua


Küfür niyetine başkaldırmış kelimeler ağızda







EN UZUN ADIM


Tanrıdan boşanıp hükümetle nikâh kıymış ahali


Üstte parlak giysi, iplik mavi

Ne çok benziyordun sen de bir vakit onlara

Orada duran kalabalığa; aç, bencil, kurnaz, söz yalan

Nüfus kaydında ürkek harf, çatışma saati ve küs çiçeği


Çarşıda bin yıllık kavga, hep geç kalmış beyaz


Öyle fırlamıştın sokağa; mağlup, çıplak

Avuçta derin kesik, de ki bilelim

Karşıda diklenen


Böyle edepsiz


Kendinden emin üstelik, kim

Böyle bir başına ve kaskatı üstelik

Senin kolların bu; bağlı ve yırtık, aksak

Rengine göre ayır suları, dağın üstünü ört


Ne gördün unut

Başından yüksek hiçlik korkusu ve gül serp sebepsiz yollara

Avluda secdeye durmuş ümmet artığı, taşlıkta padişah salası

Hatırlayan kaldı mı; sor, hangi kavmi sürdüler ilk buradan


Kim göçüp gitti ilk

Sen değilsen kimin nefesi böyle şarap

Kimin elleri, şuracıkta boğazlamaya hazır kurbanı








DİL-TARİH KURUMU


Bize şarkılar gerek

Marşlar, yerel halk ezgileri, folklorik ölümler

Yeryüzünü değiştirecek şehvetli üç beş sözcük

Peşinden koşturacağımız saklı anlam, ahlak ve erdem

Madalya töreni için uygun adım, ölümü yenmek için kumandan


Bize bir vatan, bir dil, bir devlet, bir tengri; başka bir aşk gerek bize


Bekareti sağlam coğrafi yükseltiler yahut paylaşılması imkânsız uzak

Bize başka insan; sevgili, dost, yoldaş, gücü güce denk kardeş

Erkekler için kuytuya serilmiş yatak, kadınlar için ıslak bakış

Dinleyeni ağlatan duygusal konuşmalar, saygı duruşu

Merasim taburu, âdet görmeye başlamış bakire

Tüyü bitmemiş yetim hakkı


Edep ve terbiye, parti ve lider


Bağıra çağıra şiir yırtan çocuklar ve alkışı kızaran öğretmen

İpte sallanan şeyh için gizli gözyaşı, milli şef için çelik ray

Ulu önder için Ermeni bağları, köy ve kasabalara imar

Göz önünden akıp giden sonsuz manzara

Yeniyetme zengin ile ekmek karnesi


Bize asri buluşmalar, çok sesli ezgiler, kız kıza dans ve nikâh akdi

Okul bahçesinde, dernek binasında, kışlada edilen kanlı yemin

Bir türlü bitmeyen esmer çatışma, ölümle sükûnet

Toprağı besleyen şüheda, ağlak belde başkanı

Boşluğa bakan alkol artığı göz

İnatçı kirpik, sivri söz


Bize müstakil cehennemler, bize tek kişilik cennet gecesi


Ant olsun bize

Bir daha asla kelimelerden bu kadar utanmayacağız


SERBEST CUMHURİYET FIRKASI


Karlar eriyince anlıyoruz

Köylülerle yapılan devrim arızalı oluyor


Olsun

Sen gel ortalığa saçılmış sıkıntıları topla


İşte

Şarapnel parçaları

Karmaşa saplı şehrin tenha tarafına

Boyna astığın muska mahalli örgütleri ikiye ayırmış


Yine böyle er vakit


Yine çarçabuk ve böyle bir başına yine

İstesen çıkıp gelebilirsin üstelik gittiğin yerden

Herkesin kurtulmak için bunca çırpındığı uzaktan


Uslanmadan ve her seferinde daha şımarık

Haylaz, kendini beğenmiş ve sorgusuz sualsiz

Gecenin düdüğünü öttürüyor mahalle bekçisi

Tekrar ve hiç durmadan, soluk soluk üstelik

Dağla düz arasında apaçık çatışma hattı

Sakalları upuzun isyan provası yahut

Telli duvaklı gelin alayı


Yüz güne dönük


Uyandığın sabahlar ıssız, çekildiğin fotoğraf kara

Ortalık dağınık ve yaban ağaçların şehre dikilmesi yasak

Medeniyet dışı kalmış halklar durmadan yanlış partiye oy veriyor






DAĞINIK MÜLK


Jandarma dayağından usanan çocuklar dağa çevirmiş yüzü


Geceden artan renkleri beyaza boyuyor kadın

Gölgeleri istifliyor gizli saklı, surat tekinsiz gülüş

Bir şeyler ters gitmiş belli ki; değil mi, bir şeyler iyi


Kekik mevsimi olmalı öyleyse bu yahut baharın ürkek sesi


Bizi çağıran kendine, günler çatalbaş

İşaretli yerinden ikiye ayrılmış coğrafya

Şehvetle soğuruyoruz korkunun dudağını

Ayak ucunda ilerliyoruz bir ülkeden diğerine


Senin adımların üstelik bir uzun, bir kısa

Ayıplar koyu yakışıklı, şarkılar ne sıla ne gurbet

Yaşadığımız hayatta var bir eksik ve öpüşün ardı edepsiz

Aklın alacağından daha büyük sancı dalgalanıyor o uzakta

Analar her seferinde başka dilde çağlıyor oğullar yola giderken


















UMUMİ MÜFETTİŞLİK


Kimseyi sevmeseydin de böyle çarçabuk yoldan çıkardın sen


İşte yine benzer gün, benzer sabah

Ruh tembel, adımlar uysal

Korkular üstelik, aynı


Kalk ve gör, çocuk dolu bahçe


Ötede kendi hâlinde kedi, çare yok

Şehrin eteği yangın, seninse kucağın dolu kül

Yanlış pencereden bakıyorsun belki de tanrıya

Ve ayrılığa ve kadınlara ve dışarısı bayram yeri

Oturduğun yerden daha parlak yüzünün gecesi


Yazlar sıcak ve kurak, dağlar kısa boylu eşkıya


Kabul

Herkesten evvel başladın yürümeye

Herkesten evvel varacaksın menzile


Geciksen ne olacak


Hayat bu

Ölebilmek için eldeki tek fırsat












TENHA ÖMÜR


Okulda mecburi kelimelerle anlatılıyor pastoral hikâyeler

Aslan haklı, ceylan sarsak, sende gülüş yara bere

Çarçabuk üst sınıfa geçmiş kenar mahalleler

Duvarda her harf sabırsız


Alfabede bizi bekliyor o koca göbekli hiçlik


Kızların saçı kökten kazınmış, oğullar parasız yatılı

Mevsim fukara ve akıp gidiyor zaman

Önceki güne hep


De ki sondan başa; üçten ikiye, ikiden bire

Süpürge tohumunun karnesi dolu zafer


Serpilip gelişmiş ilk mektepten terk beden

Tanıdık biriyle evlenecek kömür karası şu kaş

Çocuk yapacak, çamaşır yıkayacak, yol gözleyecek

Ölmek için kocayı bekleyip tarihe gömülecek nihayet


Böyle çıplak


Ruh donuk, surat kıbleye dönmüş

Emir kesin, köylüler arka kapıdan girip çıkacak şehre













SİVAS'TA KARKAS MİNARE


Bildiği bütün cumartesilerin içine dalıyor cemaat

Kurtulup kafesten ve ardı Kûfeli ticaret erbabı

Eller bağlı; sıkı sıkı, pantolon paçası kıvrık


Her adım hicret, her adım zafer merasimi


Ateşten hayaları avuçluyor mülki idare amiri

Memeleri dişliyor, bebelerin yüzü şeffaf


Öyleyse ilk biz atlayalım


Tereddüt etmeden şu alev topundan

Dünyalı cehenneme


Baş aşağı


İçinde en çok senin yüzdüğün suya

Herkesin pusuya yattığı şu temmuz sıcağı


Kimin nesi âşığa mezhep soran alıcı kuş

-Sen bizdensin, geç


Yanlış gökte kanat çırpan derviş ali

-Sen karşı taraftansın, kal


Öteki herkesten habersiz, bir başına ve yaban

Derken gürültü patırtı, yürürken aksak öyle

Haber vermeden çekip gitmiş işte herkes








MEŞRU MÜDAFAA


Acemi ocağında boy vermiş bir tuhaf soru, tehlikeli ve sabi sübyan


Koşar adım cennete gitmek tezkerenin ucunu yakar mı


Kumandan temkinli

Minbere yaslamış dirseği

Saltanatı yıkıp hilafeti geçirecek sırta


Vardır herkesin böyle tanıdığı; çokbilir ve kurnaz, doğuştan yaralı

Eniştenin askerlik arkadaşı mesela yahut çarşıda küçük esnaf

Bıçkın delikanlı muhakkak mahallede, bilekte uyduruk kesik

Gözler kadınların kalçasına takılı, kediler hep aşüfte


Sana kalsa yırtıp boşluğa fırlatacaksın suretteki sakalı

Radyoda kahramanlık marşı, evin içi yokluk hâli oysa

Kurtlar kuzu postuyla yürüyor masalın ortasında


Kimse dönmüyor gittiği yerden


Her neresiyse orası

Oğullar dâhil















ÜLKÜ


Sabahın serinliğini bozuyor senin böyle konuşman

Sitem dolu böyle hep ve teni hırpalayan bakış

Yahut sağlı sollu savrulan yumruk


Öyleyse baştan başlıyoruz, bu koşu

Ne sen ne öteki, bu patırtı

Ne bahane ne itiraz

Bu bekleyiş


Tıpır tıpır bir yağmur


Hane halkı tıkırtılardan tedirgin

Surat okkalı tokat


Çat, pat, şırak


Söz bitmeden başlamış kavga

Sırt tekme, karakollar ağır sabıka kaydı

Sana kalsa saatleri kurup mümkünsüz bir ihtimale

Yahut bunca geç kalmış her buluşmaya, dudak mor

Kahrolası şarap şişesi; çatlak, bittikçe dolacak kadeh


Jandarma attığını vuracak

Üstelik herkes için ertesi olan bir gün, sen hariç elbet

Soyunsa herkesle birlikte alkışlanacak memeler, öyle zaman


Öyle mevsim; sırt ardıç ağacı, kimse uzak değil zafere

Hikâyenin orta yerindeki kız kurusu mutsuz bir tek

Yüzünü bir kez görebilse deniz gözlü tanrının

Öyle çakmak çakmak


Oracıkta iyileşecek yara, hatırlasak

Doğduğu günkü adıyla seslenecek herkes birbirine



İZMİR SUİKASTI


Sen çıkıp sokakları arşınlıyorsun, de ki öteki herkesin adımı ters

Kalk karşı tarafa geç, yokluğa komşu, başka sese sığdır dili

El urgan, çekiç ve çivi; bir kara surat, kara ve kavruk


Gel, içli şarkılar dinleyelim senle


Seferden dönüyor kumandan, derken bir daha dönüyor

Görkemli ordular, peşi sıra koşturan temaşa alayı

Rahlede kusurlu harf ve hep öyle durağan

Hem ne sakat, boynu bükük hem


Biri daha gerek bize; bir yoldaş, bir kardeş, bir kahraman biri

O eğreti duruş çarşı girişi yahut öyle imkânsız ihtimal

Bir çelik namlu, bir el bombası, bir niyet

Patlama sesi bir


Bir iblis, bütün kışlar üstüne dökülmüş


Mahkeme reisi ve onun koşturan nefesi, hemen geri

Durup dinlenmeden çalıyor kalk borusu, bir daha

Ardından bir daha; bir uzun, bir pişman

Bir geçmiş, bir sonraki gün


Çık git bu vakitten


Dermanı olan kim varsa cinayet mahallinde, oracıkta öyle

Çocuklar kalabalık, anne misafir, baba tereddüt

Apaçık orta yerde herkes








SU MAHKUMU


Senden sonraki kahramanı kim olacak bu yerin, hem daha gitmeden

Boyna sarılan böyle sıkı, yaşamaktan vazgeçip öyle son kez

Sor soruştur muhaciri kim bu ömrün yahut mülk sahibi

Piyadesi, soytarısı, delisi; gece ile gündüzü

Göster görelim


Kimin elini tutup dolaşacağız sokakta


Yoksa sen misin o bir yiğit

Hayır; korkak ve daltaban, hep kaçan ama ilk bağıran

Şu dar vakit, çelikten parlak; şu upuzun inilti, bakırdan alev


Öğren, nere pusmuş cesaret

O gücü bir tek kendine yeten, o evveli yitik


Herkes şahit, taşa çaldığın söz paramparça


Asker kaçakları gölge ve üzüm çürüğü kokuyor gece

Attığın adım çelimsiz, şüphe ve ürkek

Hatırla, sabaha sağ çıkan kim


Dur, insan kendine eziyet

Diyen yok nere ödenecek eksikle fazlanın hesabı

Gücümüz yetse bittiği yerden başlayacağız biz senle sevişmeye












GEÇMİŞ GÜN


Yeterince dua edersek

Mesela üç aylarda; sabah, er vakit

Topluca ve art arda, durup bir an

De ki kim bilecek


-Baba nerede


Evden çıkmadan az evvel


Baş omuzda

İki kol, iki bacak

Kaş göz yerinde muhakkak


-Oğullar döner mi eve


Analar soruyor bunu, yüzü çevirip kıbleye

Hüseyin'in Kerbela'da toprağa düştüğü gün

Sesi dağa ve çaresizliğe, dudakta evliya adı

Sevdiğin kelimeler oysa senin, sessizliğe gömülü


-Kimse gelmeyecek geri


Tanıdığın kadınlar

Kavga ettiğin yahut seviştiğin hep yaz sıcağı

Gülüştüğün, elini öptüğün, hâl hatır sorduğun


Dönüp bir daha


Ardından bir daha, kandil geceleri upuzun

Öylesine bakıyorlar yürüyüp gittiğin tarafa






ESMER ÖNLÜK


Renkler çekip gitmekle korkutuyor karanlığı, ne yazık

Kendinden olanla yahut bir kararsız yangınla

Sen de öyle yap, öteden bak kendine

Ne varsa sana dair


Geceyle sev kendini; gecenin laneti, gecenin kudreti


Bu dediklerin

De ki kimin sözü, bilen yok

Neyin kehaneti, neyin muştusu, neyin şifresi

Sokakta, fabrikada yahut yalınayak dolandığın coğrafya

Azla çokun, eksikle fazlanın; yetmez, kurtla kuzunun kavgası


Başmuallim arka sıradaki suratları tokatlıyor


Durup dinlenmeden

Köy kokularını tekmeliyor

Teneffüs vakti ve herkes kendine kırbaç

Şak diye şaklıyor ve şırak, ardından tekrar


Şak

Kalbin derinine saklı aşk

Kan geliyor buzağıların ağzından


Herkesi ayrı yere koysak halbuki sen dâhil

Her şüpheyi başka yana, gece karası ileri

Apaçık ışıldayacak sabahın yüzü


Sabretsek

Gün artığı çiçekler yeşerecek ev içlerinde






ÇOK ŞAPKALI ASAYİŞ


Herkes bir yerlere geç kalmış belli ki; sen mesela, ne vakit büyüdün

Hatırlayan yok, kimin nesi bu fahişe; bu dudak, bu öpüş, bu ıslak

Akışkan ve sıcak; diyelim boştaki el, uzamayı bekleyen tırnak

Her buluşma geçmişe ayarlı, her koşu soluksuz


Küfürbaz ve kimsesiz


Oğullar baba peşinde koşuyor

Mümkün olsa herkes kendini dölleyecek

Erkek erkeği, kuş kuşu; kim varsa şu deli yiğit

İlk çağdan tam da bugüne; apaçık orada, av ile avcı

Ne hoş, göz göze yine; hem kalabalığın örtündüğü vakit


Sense istediğin kadar gidebilirsin uzağa


En öteye, dilin mümkün kıldığı en eski yüzyıla

Evde, odada, yatakta; sevişmenin tam ortasında

Yerle göğün, çokla azın, senle diğer herkesin kavgası

Her bıçak sahibi kadar keskin, akılda kokuşmuş bahane

Durma, jiletle deş alfabeye sığmayan harflerin karnını

İntiharlar acil servisin ayrılmaz parçası, köprü yıkık

Düğmeye bas; şehir paramparça ve işte o ses


Güm! Yere yığılmış serzeniş


Rize’de halk serpuş takıyor çükünün başına

Çöpte eşiniyor köpek, silah vesikası yasal

Şehvetli devletler kurulmuş iç organlara

Soy ağacına asalet sürüyor asker

Piçhane ranzaları dar

Ergen çubuk cilalı

Kalça dolgun

Emir kesin

Başöğretmen zincirin zayıf halkasını düzüyor uluorta

Ağzın içinde dolanan sözden gayrı suçu yok halkların

ASRİ MEKTEP


Hakikati tanımasak daha kolay olacak dolanmak böyle

Kıyı kentlerde bir başına, kaygısız ve öyle boş

Dünya yıkılsa umur değil


Haziranın orta yerinde Nazilere teslim olmuş Paris


Böyle yazıyor gazeteler

Başmuallim kürsüde, tedrisat sürüyor

Sense ezbere geçiyorsun kıl köprüden


Matematikte mesele yok

Coğrafya, milli güvenlik, iktisat kongresi

Ekonomik kriz ve şefin emri, bir önceki cinayet hep

Hükümetin söylediği yana dönmüş göz, savaş tıkırtıları


Gırtlaktan ses çıkarmak yasak, davranış notu noksan

Ağızdan fırlayan iniltiler, bayrak merasimi ve inkâr

Özel harp dairesi, ölümsüzlüğe adanmış mülk


Felaketin sebebi kabına sığmayan halk


Unut, ne gördüysen; bakışlar yaklaşan kıyamete rehin

Not defterine yazılmış, kraliçe führeri yenecek bu kış













ASKER KAÇAĞI


Bize kim olduğumuzu söylüyor yalınayak yürüyen bulutlar ve Allah

Uzayıp giden duvar önleri, şu fukaralık yahut doğurgan kapı

Okşadıkça büyüyen, büyüdükçe güzelleşen manzara


Sense kendiyle kavgalı, kendine düşman, kendine sebep


Sofrayı kurup şarabı dolduran, ardından küfreden; hem ne çok

Dayanamayıp diyen uzağın ne olduğunu, her sözü lanet

Sonsuz efendimiz ve nemrut, tende leke hem


Yüksekten başlıyor nehrin akışı


Yerden göğe; döne döne, aynı yöne hep

Durup bakan yok tarifsiz boşluğa, toprak balçık

Esirler geri, dağın heybeti devrilmiş yola, adımlar koş


Mağlup ordular, dünyalı ışıklar, yenilgiler

Gizli saklı geçiyor oradan, pişmanlık ve sır

Kasabalar, hudut boyları, yağmur ve uçurum


Bitirelim şu kan davasını, yeryüzü sulha hazır


Sayısız gölge

Silinip gitmiş ne varsa tene yapışık

Ne varsa devletten ve babadan emanet

Postallar, iç gömlek, çelik miğfer, kuru tayın


Boş yere itiraz

Sonradan tarafa göçmüş rüzgâr

Güzel zamanları hatırla sen yine de, de ki bilelim

Sahibinden gayrı kim girebilir mülkten içeri, böyle vakitsiz


Böyle üryan



ÖTEKİ


Ne çok çalışkan şu çarşılar, nasıl da dolu coşku

Şu arabalar, şu trenler ne çok kalabalık

Çağıltılı ve akışkan


Ayak damar, şarkılar gürültü, ev kimsesiz

Dedim bile, en çok yakınken başkasına

İnsanlar, mağaza önleri

Dikey aynalar


Binalar ruhumuzdan yüksek


Kim olduğumuzu soruyor asfalt ses

Bekleyip tıkırtıları, ürkek ve geç vakit

Üstelik dış kapı bu çalınan; pat, pat, pat


Süngü tak


Tüfek çatıp oturmuş cumhuriyet

Yenilgiyi sök gönülden, sil süpür öteyi

İstersen böyle de çıkabilirsin yola, böyle çıplak

Sırtta yok gömlek, dilin altı suç; ne ki eldeki şu kadeh


Boş


Hep eksik, hep sarhoş, sırları dökük hep

Öyleyse çarp ve parçala, şu lanet söz

Sen oturt bedeni yukarı, en üst


Senin tozun savrulsun rüzgârda

Senin ektiğini hasat etsin ardındakiler

Orada; Kürdistan'da, o yitik ülkede hep


Bakışlar kaskatı, kelimeler taş; Usul, sevgilim

Ne çok benziyorum ben kendime, değil mi

Senle sevişirken böyle

MAARİF VEKALETİ


Senin göğsüne saplanmış ilk mermi, eli oraya götür

El ıslak, orta yerde uçuşan onca kol bacak

Hep çocuk, hep cahil


Kendine hapis herkes

Daha da utanabilirim ben, hem ne var daha ayıp

İnsana yakışmayan; yaşadıklarım ve başa gelen öyle

De ki herkes kahraman, herkes meçhul, her şehir başka kış


Bu yüzden

Herkesin gecesi kara; sende deli korku, dudak titrek

Soranlara de; deli gibi mutsuzum, deli gibi rüzgâr

Ve bahanesiz yağmur ve nehrin sürdüğü

Doğduğum ülke, dolandığım bağ


Başmuallim elifbanın yapraklarını yırtıyor

Tarifsiz öfke, boş ver; gürültü yasak, kavga öte

Sultanın burnundaki şeddeyi söküyor talebeler, bağır çağır


Kimin umuru

Boşlukta şaklayan kırbaç ve fincancı katırları

Öyle şangır şungur, buraydı zaten varmak istediğin

Şu rezil rüsva dünya, girsen kaybolacağın oyuk

Şu gök, üstüne çöktü çökecek hayat


Evi yitik herkesin, yattığı yer çöp, yurdu yel


Bir hiçlik hâli bu âlem; sonsuz teslim olduğun, rahman ve rahim

Seke seke koşturuyor sadakat, koynunda Allah'a adanmış gül

Kıpkızıl, bir tek o dinliyor seni; bir tek Kıtmir ve onla uyuyanlar






VEDA BAKIŞI


Kadınlar eğreti gelinlik giydirmiş ölüye oysa sen

Üstü başı yırtıyorsun, her kapı önünde bir daha


Bir daha ve yeniden


Ezberden okuyorsun suların andını, işin bu

Dağ yıkılırken umudu dik tutmak

Bekleyivermek köşede


Bir başına

Öylesine, inat ve uzak

Yere sermek hakikati, bakıp durmak sonraya

Kim ne diyebilir o hâlde karşına dikilip, kim şu senden yiğit


İşte şuracıkta, dokunsan dağılacak inişli çıkışlı ülke ve şu nehir

Kimin umuru yaklaşan fırtına; gelip gidiyor, gelip gidiyor

Geçip gidiyor işte bitimsiz denen gün


Okşadığın dalga boyu, rüzgârın törpülediği taş

Yorgun ve kusursuz, kuma çizilmiş işaret

Göğe asılı mektup, söz ve öte


Can havliyle bağırdığın öyle, can havliyle kurtulmak için


Koş, toparla; davul tozu, minare gölgesi, nergis soğanı ve sus

Çalgı çengi, çiçekli masa örtüsü ve hatırda bekleyen öpüş

Çölün ıslah ettiği yahut tanrının apaçık söylemek istediği

Ne varsa... Eksik ve kusurla yargılayacak hayat seni

Üstte eprimiş ceket, mahalle kapısı sorgu sual

Ayağın altı yol, ne hoş


En yakışıklı giysileri giyinip sokağa öyle çıkmış oğul




BANU ERGÜDER


Önceki bin yıl kavga gürültü, dilde ezber mısra

Grev çadırı, polis copu, akademik cinayet

Yahut iş kazası, lojman intiharı


Öyleyse kim bu seslenen bize böyle ertesi günden


Böyle apaçık, başını kaldırıp yitik kavgadan

Kaş çatık, gırtlaktan fışkıran kelime kan

Yürüyüş boyunda en önde böyle


Kolda pazubent


Ölüler herkesten genç üstelik

İlk vuruşta parçalanmış akıldaki bahaneler

Sokakta bizi bekleyen renkli emniyet alıştırmaları

Düşüp kalıyor herkes terk ettiği alışkanlığa, öyle uysal

Doğduğu coğrafyayı yağmalıyor, affetmiyor geriden geleni

Senin adımların oysa saf umut ve boşboğaz

Yer gök sonsuzluk vaat eden marş


Unutmak yok; ne aşkları ne ihaneti


İnsan ne diye çıldırır, biliyorsun

Niçin saldırır duvara, göğsü neden yumruklar

Tanrının elinde niçin kılıç, devletin elinde neden kalkan

Babalar ne diye bekler parçalanmış oğul bedenlerini köşede


Öğrendin tüm bunları

Elde ne diye tahta bavul, içinde niçin katledilmiş yoldaş







HABERDAR


İllegal örgütlerin dibi kazınınca devletten maaşlı adamlar çıkıyor açığa


Yaldızlı üniformalar, alkışlayalım lütfen, ezber kod adları

Kim bilir kimle sevişeceğiz tüm gece, ipte kırmızı kedi

Bakış duman, telefon numaraları ardışık

Her renk şifre


Başıbozuk kalabalıklar voltalıyor şehri

Vatandaşın dili gramere uygun ve söz, biz hepimiz

Bir ağızdan, sıradaki şarkıyı ezilen halklar için söylüyoruz


O büyük aşk uğruna, dudak sahtekâr tebessüm ve yalan

Esnafın elinde tenha felsefeyle temizlenmiş değnek

Raylarda can havliyle koşturuyor akışkan ses


Eksik fazladan alacaklı, yanlış doğrudan dertli

Bin yıl evvel pişmiş yemeğe kaşık sallıyor ahali


Kes at halkların kabına sığmayan kısmını


Huzursuz gömleği direğe çek

Senin gözlerin nasılsa kara

Tenin esmer, göğsün


Ala rengin











ALİ ŞÜKRÜ BEY


Dünden farkı ne yaşadığın şu günün, işte sabah

Her şey aynı, bildiği en uzağa koşuyor ayak

Öyle çarçabuk, pürtelaş, yalan dolu

Sofra toz duman


Payına düşen ne üstelik, çöp ve çürük

Söz savruk, sırtta başsız biri

Ve ağır gölge


Yasak olan her ne ise ve günah ve suç

Kelimelere saklı keder ve hakikat

Çek al eli şehrin rahminden


Şu lanet çağdan

Bilen yok hangi mevsim döneceğiz

Gerisi şüphe, çıkar at üstünden bahaneyi


Bırakıp gitmekten söz ediyordun bir vakit ve pek sık

Ayrılıktan, mutsuzluktan, sonu yok vedalardan

Hepsi oldu dediklerinin, eksiksiz bir bir


Hepsi hatırda

Hiç olmamış gibi yaşıyor ancak birileri













TOPAL OSMAN


Şen şakrak şarkılarla saldırıyoruz güne


Bir ileri, bir geri


Salınıp duruyor sarkaç, değil mi ki

Kötü bir tesadüf olmalı dünyanın dönüş hızı

Sahibinin köpeği terk etmesi yahut tekme tokat


Üstelik ne kalmışsa önceden şimdiye miras

Yol çatında bekleyen kanlı niyet

Üstelik bunca keskin bakış


Bir dolu, bir boş


Akılda son emir

İlk sen dur orduların karşısında, ilk sen yiğit

İlk mermiyi sen sık, senin etin lime lime ilk evvel

Herkesin mutlaka yenildiği bu coğrafya, bekle öyle

Adın okununca fırla ve çık mağaradan, sen kork son


Bir aşağı, bir yukarı


Senin bedenin bu irin dolu; çürük, çarık, çok ve hiç

Şu yerden bitme beden, şu sünepe duruş

Sorgusuz itaat


Senden de diğerlerine emanet teneşir taht

Öyleyse ilk sen sarkıt ayakları, dip denizden göğe

Yangın yerinden geriye; bilinen en eskiye, ezelden ebede


Bir öteye, bir beriye


Hem devlet başa hem kuzgun leşe



TEŞKİLAT-I MAHSUSA


Kim bu el sallayan, bizden taraf

Soyunup sarılan öyle uluorta, yanağı okşayan

Memeleri gösterip yumruklayan, döl yatağına boşalan


Kim bu al yanak, gül dudak

Derinden göz süzen, söyle kim

Ahaliyi kendinden geçiren efsun ses


Tetiği çeken ilk


Ritmik kalça sallayışı

İşveli el kol, davetkâr oyun ve aldanış

Aklı kandırıp iç organları yerinden eden gülüş


Parmak alyans, damar jilet, nefes siyanür

Yabani ot bürümüş tarlayı, bahçe ayrık

Vazoda karanfilin en yanık rengi


Kuşkusuz ilk taşı sen attın

Senin soyundan biri çaldı kapıyı

Kendi rahminde büyüyüp kendi rahmine gömüldü gün


Senden habersiz, senin evinde elbet

Senden evvel ipe çekildi sana benzeyen herkes












KEKEME KEDİ: Mİ… YAV…


Gün sonunda vurulup düşenlerin adını kazıyoruz duvara

Ağızda çalkaladığımız kelimeler kan kırmızı

Afişte fotoğraf tanıdık


De ki anısı yaşayacak


Neyin varsa yerin altından çıkardın sen, yenilgiden

Evde ne eksikse biri çaldı, üstelik pek bildik

Kapı örtük, dil pelte


El titrek, kadehte imkânsız yudum

Avuçta patlamaya hazır koku, kükürt sülfür

Yürüyüş kolu omuz omuza, pankartın ucu karanfil


Mevsim kış

Ömürden artan sloganlar dökülüyor çatışmaların üstüne

Herkes çekip gidiyor; ne tuhaf, herkes çarçabuk terk ediyor kendini



















İHSAN NURİ


Bütün eziyetleri hak edecek günahlarımız var bizim


Güle oynaya öğrendik bunu


Kaybetmeyi

Şu alkışları susturabilsek; şu serkeş, hiç olmazsa bir kez

Hiç olmazsa bu son sefer, upuzun uykulara dalacak beden

Eller buralıymış gibi tutacak kadehi, yedekte tam tekmil keder


Çekip gidecek ardından; çocuklar, sonsuzluk ve kabul


Dağlarda şivesi bozuk intikam yemini, derken mevsim katı

Herkes uzak, bir başına ve herkes kendine kapanmış

Bir tek korkunun sığacağı kabuğa


Hep böyle olur zaten

Lapa lapa yağar kar; şu beyaz, şu bitimsiz

Karanlığa; şüphenin, sükûnetin, ıssızlığın üstüne

Seninse tek sığınağın hatıralar, sırtta erkenci hırka


Evvelin silik

Omuzda çapraz asılmış hamayıl ve

Doğmak için boş yere niyetleniyor gün


Yaşamak bu, insanı baştan çıkaran en eski alışkanlık


De ki önceki yüzyıla gömülmüş onca eşkıya


Bu havada

Bu karda, bu kışta

Kimle kavga ediyordur bu vakit





HAYATA TEYEL


Orta yerdeki ayıplardan utanıyoruz

Ruhu ele geçirmiş ayıplardan, durup dururken

Sahipsiz suçlardan hüküm giyiyoruz, akıl dolu bahane


Yusuf'u derin kuyulara atıyor birileri


Bildiğin en uzağa sarkıtıyorsun oysa sen kendini

Öylece uyukluyor mesai saatleri, bıyık gür

Gözün gördüğü harf eğik

Fotoğraf çarpı


Kenar mahallelerde ölümsüzlükten söz eden bildiriler

Ve ezilen halklar ve gündelik yenilgiler ve taksit sayısı ve

Borçlar hukuku, bilmem kaçıncı icra dairesi, boşanma ilamı


Elbet o büyük inanç; aydınlık ve güzel günlere dair


Kasıktan başlayıp tanrının damarlarına uzanan sevişme izi

Herkes birbirine tam da öyle bakıyor sorgu odasında

Tam da öyle kopkoyu, vişne çürüğü surat

Demli çay, lâl olmuş dil


Gözler kor ateş

Bir kadının rahminden boşboğaz yeryüzüne

Yeryüzünden göğün katmanlarına sızan ilahi pıhtı


İçi kaplayan alev

Şu cam parçası, herkes başka yangın yeri

Kırıldığı yerden kaynıyor çelik, sokak kan kıyamet

Tarih öncesi kahramanlar püskürüyor sabıka kaydından


Adımız dâhil ne varsa inkâr ediyoruz sorduklarında




UYSAL İHTİMAL


Önceki yüzyılın kusurları tekmeliyor kapıyı


Sende kulak sağır, bende saç seyrek

Çarpım tablosundan sınıfta kalıyor gündelik meseleler

Çocuklar devleti doğuştan seviyor; yatakta, bir başına, güpegündüz

Üniforma hayaliyle sevişiyor ergen kız, köpeğin gözü kara

Kedilerse sürtünerek ikna ediyor yeryüzünü

Fukaraların eli kav


Yağ ve benzin

Yüze pek yakışan çatışma fikri

Kadınların iç eteği pazen, külotta parmak izi

İlk günden tutuşturmaya hazırdın sen bu kalabalığı


Fabrika önleri upuzun işçi kuyruğu, köyler çamura saplı

Jandarma vakitsiz başlamış güne ve piyadeler

Bütün cephelerde dövüşecek kadar cesur

De ki bunlar kötü kader


De ki bu şarkıyı kim bizle birlik dinlemiş olsaydı


Doğduğumuz ülke ve doğduğumuz yüzyıl

Her kimse o, gerilerek fırlatırdı taşı

Bildiği en uzağa, şu koyu cama

Bankalara, hükümet binasına


İçinde senin barındığın bütün yalancı baharlara









PARTİ VE ARBEDE


Sen diline yakışan küfrü savur ortaya, ne devrilecekse devrilsin

Pezevenk kılıklı şu adam, paragöz fahişeler yahut sefil ahali

Ne umurun, kelimelere tapınan kokuşmuş ağız


Öylesine bir gün işte

Ameleler aç biilaç, patron sert, devlet demir

Mezarlığın üstü vilayet binası, polis lojmanı, halkevi


Çerçiler çatal bıçak kullanıyor şehri parsellerken

Arttıkça artıyor fakat kat sayısı

Otomobiller son sürat

Ruh itiraz


Durup beklesen az biraz, durup anlasan

Şu koca hengame, şu gürültü patırtı

İrin söz ve insan tereddüt


Neden uzandın toprağa, kimse bilmiyor

Neden mutsuzsun, neden divane

Kimin umuru şu dert


Unut

Ne yaşadıysan yaşadın, söze dökülmemiş olsaydı

Silinip giderdi elbet şehrin doğusunda işlenmiş her cinayet












BAŞKA


İnsanı kendine çağıran bir yanı var suların

Öyledir muhakkak, toprağın ve hüznün

Ölümün


Yahut duyduğumuz bu ses, bir sanrı olmalı öyleyse hayat

Temize çekilmesi unutulmuş, değil mi ki çocuk ve acemi

Pamuk ipliğiye bağlı kırmaya çalıştığımız kapı


Evler ağırbaşlı; orada, sırasını bekleyen cenin

Kızların dudağı hemen şimdiye ayarlanmış

Oğlanların içinde tepinip duran şehvet

İsyankâr ve sonrası olmayan

Döl artığı bir piç


Yahut bütün o mümkünsüz ihtimaller


Rakamlar değişip durmaktan pişman

Ruha bin yıl evvel gömülmüş ceset

Bildik biri hep


O dev ve cüce, zerre yahut sonsuz

Uzandığın toprak, en çok sana yakışan

Herkes memnun olduğu yerden, göz sürme

Kelimeler kurnaz, karşında tepinen sinik renk


Adını yanlış söyle onlara; nerede doğdun, uydur gitsin










EMVAL-İ METRUKE


Boynunda derin yara izi ancak bıçak duruyor hâlâ kında


Yetmiyor; mülk sahibi kayıp, manzara umarsız ve de ki

Coğrafyanın yumuşak harflerini gagalıyor kuşlar

Bitimsiz iştah ve aralıksız ısrar


Tak tak, tak tak


Kulak işte; bekliyor, öylece

İnanacağı son bir haber, insana dair

Bekliyor; geride kalmış rivayetler ve ne tesadüf


Senle ben

Yeryüzüne fırlatılmış tanrı sureti

Sonsuz laneti üstelik bu çürük çağın


Diyerek hepimiz


Bile isteye hata yapıyoruz teşbihte

Kendimize benzetiyoruz kelimeleri

İmla kurallarını


Eğip büküyoruz

Eksikleri tamlayıp yeni anlam katıyoruz söze

Çekip herkesin üstünden örtüyü, çekip bahaneleri


Herkes şaşkın

Çarşıda sıkı alışveriş, gözü kara herkes

Adını aksansız söyleyenler başlatıyor veda törenini







GÖÇ YARASI


Değil mi ki ne çok şey öğrendin sen kadınlardan ve devletten


Kaçıp kurtulmayı ilk ağız, terk etmeyi, teslim olmayı

Kendinden ve öteki herkesten, ev içleri sonbahar

Kazanan tarafta duruyor sevgili


Öyleyse ertele zamanı


Ey Romalılar

Helenler, Anglosaksonlar, Cermenler


-Nişan Al


Orada kendi başına bir Asyalı


-Mağlup Ordular, İleri


Sök at bele dolanmış kütüklüğü

İyileşmeyecek, kabul et, içteki yara


Ey tuzak

Ey uçurum, ey kırık gönlüm benim

Dokun bak, dudak nasıl şeffaf

Şu yürek, nasıl yük


-Çık


Şehir tutsak, sokak keşmekeş

Onlara göre çölün orta yeri gül bahçesi

Sana kalsa ayıplardan medeniyet yaratıyor bir beniâdem

Peşinde tanıdık şarkı hep, telli çalgı, tan rengi yağmur tıpırtısı

Bulutlar ıpıslak, hatırla; on yedi yaşında, dağlarda ve bir başına


Hem ne çabuk büyüdün sen böyle


TEVHİD-İ TEDRİSAT


Bir nefes, sadece bir nefes


Bizi beklediğin o uzak

Göğsü aç, soluğu üfle, şifa bulsun ten

Sana benzesin yeryüzü; taşlar, taştan yapılmış kuleler

İmparatorluk antlaşmaları, fethedilmiş coğrafyalar yahut

Kapına bağlı sadık köpek; sonrası var, avuçta şekil bulan çamur

İlk kurban, ilk köle, kötülük meleği ile münafık tüccar, şu çorak ülke


Bir tek senin sözüne muhtaç


Yoklukta dolanan ve öncesi olmayan

Kimsesiz, kaygısız, başıboş ve aylak; öylesine bir masal

Üzerinde adının yazdığı mektup, tek başına uzanacağın sedir


Bir hayat


Sadece bir hayat

Aramızda o mesafe

















MUTEBER VATANDAŞ


Cephedeyken evlat sayısı artmış, bizde saçlar kavruk

Çocukta yanak alev, kan grubu imkânsız tarafta esmer

Şeytan pazarına alışverişe çıkmış akıl, kimin nesi şu gölge


Göz kapakları aralıksız şeffaf


Nazilli basması giyiyor genç kızlar, pazen iç çamaşır

Oğlanlar baba avcısı, masada bin yıl evvelden kalma tarator

İstasyon meyhanesinde tükürüklü köfte, yumurtalı piyaz, bir ufak

Kese yoğurdu ile peynir, dilim kavun, bol maydanoz, kırgın kadeh


Aldırma kadrolu kedilerin hırıltısına; gece işte, bildiğin tek sığınak


Soğan kıyılmış, ateş har, radyoda ince saz; vay canına, yine hep yek

Yazık! Yine eksiğiz, yine meteliksiz; ne ara tersine döndü dünya

Sararana kadar kavur ayrılıkları, bu sefer de penç ü se


Sabaha erken uyanacak kenar mahalleler

Surat mahmur, nefes ekşi, el titrek

Memleket baştan ayağa telaş


Aşk uğruna can veriyor birileri, sen değilsin o














ENVERİ ELİFBA


İlk kurşunu kendi şakağına sıkmış kumandan


Hemen oracıkta dokumacılar, atkı ve çözgü

Dülgerle marangoz, orada saf inilti

Pergel ve ayrılık


Yürüdüğün yol en çok kendine uzak


Başlamadan bitecek sandın bunu da

Yaşamaya can attığın şu son aşkı

İhtimalleri


Sonrakiler haritanın böğrüne; üç, iki, bir


Tak, tak, tak

Tam isabet, elde çığırtkan tüfek

Dengi yok söylenen sözün, evveli yok


Elde imparatorluk mührü, önde mağlubiyet nazırı


Mevsim doludizgin ve hiç sebepsiz

Yere yığılan süvariyi tekmeliyoruz birlikte

Öylece geçip gidiyor gün, çıplak da koşuyor at


İpte kar beyaz çamaşır, hürriyetin orta yeri şedde


Yol boyu sayısız hurufat; kör, topal, tek sıra

Boğazda upuzun İstanbul; kuru, kupkuru

Dudak unutuş vakti


Ey yiğit asker, ey keder, ey veda


İşi gücü bırakıp otursak yanına

Söyleşsek, söz büsbütün yalan muhakkak

Ne diye seslenirdik sana, hatırlardın elbet

TAKRİR-İ SÜKÛN


Öylece durup bekliyor herkes, bir mağlup kahraman

Bağırsak onlardan evvel yahut kollar kenet

Dilde ilahi soru


Kimsin sen


Herkesten evvel geçip karşıya, tarifsiz ve sert

Kadın ve çocuk, herkesten evvel tutsak

Bu ülke başkası


Kaçıncı gece bu titremekten ölecek


Kardeş sanıyordun oysa sen renkleri, etle tırnak

Yaz bitince şenlik başlayacak ve herkes çok

Herkes karanfil, çepeçevre yanık öyle

Dudaktan öpen kendini


Nedir bu çarşılar boydan boya telaş


İçimizden biri merhamet çağının ne vakit bittiğini soruyor

Kenevir tohumu serpiyor bir diğeri dağların eteğine

Elleri birleştiriyoruz; sen hariç, senin ellerin hariç


Mülkiye müfettişi, ağır ceza reisi, sömürge valisi


Bıraksak uçurumdan yükseğe sıçrayacak rüzgâr, bıraksak

Doğruca kucağa düşecek dövüş acemisi kırlangıç

Yahut o kararsız bakış, o bitimsiz gölge


Her şey nasıl da kusursuz, nasıl da kar beyaz


Yağmur diner dinmez sahtekâr hikâyeler kaplıyor toprağı

Yumruğu açınca avuçtaki kandan anlıyoruz efendimiz niçin şişman



ZAFER TIRAŞI


Dudak kasığa gömülü, çık oradan; o dipsiz mağara, o sahte cennet

Yurt kurduğun uçurum yahut senden yana seslenen onca ecinni

Hem ne acemi; dalsan kaybolacağın sokak, ilk sen elbet

Hep sen, tartıda merhametten ağır biri üstelik


Onlar da düştü yere ancak sende yara derin


Sök at bıyığı surattan, yaklaş

Birlikte derleyelim dağın yaban otlarını, avurt çökmüş

Utangaç şarkılar kaplamış dili, her seferinde daha şüphe

Daha sebep hep gitmek için, boş lakırdı peşinde durmadan


Onlar da yenildi fakat seninki gürültü patırtı


Saç baş tarumar, değil mi ki her bakış lanet

Biliyorsan ıslık çal, avuç dolgun bağçe

Hatırda kaskatı direniş şarkısı


Bak, yine siperde unuttuk fukaraları


Çabalarsak en güzeli biz olacağız, en yiğit

Vakitsiz gonca, koyu ayıp, körpe inilti

Ne var ki havaya savrulan kelimeler

Onlar hepten edepsiz


Kumandan ters çevirip öyle seviyor boşlukları


Her çatışmada kendimize ateş etmemiz; gez, göz, arpacık

Bundan elbet harp dairesinde o çoğul çarpıntı

Ölüler sus pus, katiller baş köşe


Bağıra çağıra işlenmiş cinayet orta yerde




MECLİS-İ MEBUSAN


Kim oynaşıyor kapıda; biliyoruz, sensin dışarı

Şu tıkırtılar, patırtı ve uğultu yahut bağırış

Herkes hazır, sen hariç


Bakışlar uygun adım marş; dön, düştüğün yere

Devlet voltalıyor damarda ve yaşanan çağ

Başka, öte, sahipsiz; kahraman ve yiğit

Çok ve temiz


Kül olma hevesi yok kimsenin ateşte


Şakıdığın dil, boş ver, çın çın

Yahut korktuğun, kaçtığın, çöktüğün


Ölebilmek için büyüyoruz biz senle, böyle durmadan


Tut kaldır

Ne varsa geri bıraktığın

Herkesin korkusu, herkesin arzusu

Sevişmek için peşe düştüğü, dövüşmek için de

Yağmur olup yağmak ve yeşermek; ne tuhaf, hep ıslak


Kalabalık, köpürmüş, kırmızı; bu muydu aradığın


Dip katlardan sokağa taşıyor hakikat

Köylü milletin efendisi yahut esmer

Yahut fukara, cehennem yahut

Göğsün apaçık ortası


De ki unutuş vakti


Az cesaret

İşte sen, gök ve alkış, işte temaşa

Arınma çabası yok üstelik kimsenin taşıdığın suda


YASAK İBADET


El birliğiyle boğuyoruz halife-i ruy-i zemini

Ecnebiler ve biz, İngiliz sicimiyle

Sur dibinde


Orada kuyu katran kara


Oraya saklı sebep

Çıktığın her basamak başka korku

Başka şüphe; surat kış, surat uçurum

Evi yok kimsenin, evveli yok, sesi çatal


Ne demek şimdi tüm bunlar


Kürsüde tiz haykırış

Mahyada şefin doğum tarihi

Ve bizi kurtaracak olan, bizi kendimizden


Kıyamet alameti senin bu dediklerin


Radyoda kirli özgeçmiş örneği yahut

Bir vakit üflediğin, orada bir başına o nefes

Irza geçme haberi, sabıka kaydı, ilk gençlik kusuru


Minberde parti bayrağı


Doğum gününde latin harfleri serpiyorlar başın üstüne

Durup öyle şarkı söyler gibi yahut sanki birden hatırlamış


Orada su saf balçık


Orada

Mihrabın kıyısında

Bir çocuk gizli saklı seviyor son peygamberi



KARPİÇ LOKANTASI


Memur takımı doğuştan efendi; ne tuhaf, ne temiz herkes


Ne dürüst ne çalışkan ne sıcak; kurtulsak şu zincirden

Kazanan tarafta duracağız biz senle, biz hepimiz

Bir hizada, surat cascavlak ve çıplak


Giysiler

Boş ver, ayva çoksa kış uzun


Olur mu öyle şey cancağızım


Düğmeler yorgun iğneyle dikilmiş göğse

Rakamlar baş aşağı, üstelik şu ülke

Paramparça


Kolağası sahte tekmeyle deviriyor tabureyi, ipte asılı onca çelişki

Azıcık zorlasak her dilde tekrarlayabiliriz ezberdeki yalanı

Yine de ilerliyor tren, sen de öyle, yol üstü korku durağı

Radyoda kahramanlık marşı, bıyık führer

Devletin adımlarıyla yürüyor birileri

Evde


Sokakta ve senden evvel, buna tanrılar dâhil

Tanrılar ve zebaniler, öyle uluorta

Öyle umursamadan kimseyi


Hayat bu

Hep hüzün, hep pişmanlık; kış uzunsa ayva çok








ÖRFİ İDARE


Tanrının seni sevdiğine kanıt istiyordun, işte yüzün ve gök

İşte bunca kötücül insan, şu son işaret ve tahammül işte

Anlamak için bunca çırpındığın, bir yenik taraf apaçık

Hep Asya, hep Afrika; vakitsiz kara parçaları hep


Perdeyi ört


Herkes kör, herkes gece, gecikmiş infilak herkes

Sığındığın yurt, körkütük sarhoş yahut

Dipten gelen uğultu


Kim bilir ne seni böyle korkutan


Erkek çaresiz

Kadın ay ışığına ayarlı

Çek çıkar kusurlu kelimeleri dilden

İspirtolu kalem zengini kadastro dairesi

Her renk birini hatırlatıyor, her ses başka mevsim


Terzi inat

Kör makasla elbise biçiyor ahaliye, tapuda taze soyağacı

Coğrafyadan kesip çıkardığın evler, ot ve nehir kokusu

Islanınca silinmiş işte bak haritadan onca bulut


Nereye göçtü bu insanlar; değil mi, kimin çığlığı bu

Bizi ayaklandıran kuşlardan evvel ve suların peşi sıra

Kalanlar işte; ne çok benziyor sana, ne çok korkak hem

Bağıra çağıra başlayan söz bitivermiş işte, ne bekliyordun

Ameleler memurların hayallerini çalarak başlamış yeni güne







MAHRUMİYET BÖLGESİ


Bize ne dünyanın dönüş hızı yahut ayın karanlık yanı


İşte kovulduğumuz coğrafya, bunca alt üst

Seslenen bize; böyle sert, böyle başka

Varsay günlerden cumartesi


Sımsıkı âşığız kırbaç tutan ele, kim ki o


Ağız ecnebi

Şehirle arada bitmez mesafe

El ele verip, yürümelerle birlik, varsak karşıya

Sırası mı şimdi bunların, de ki tüm bu mümkünlerin


Unut kavuşma ihtimalini, elbet sensin o


Bildiğin her gün pazardan evvel, vakit geç

Doğduğun ülke yahut şu sabırsız deniz

Ne tuhaf biri oradaki sen, ne vahşi

Koşturan adımlar ve surat

Apaydınlık


Adını söylesen


Ardından bir daha

Öyle uluorta, çıkarsan üstteki fazlayı

Göğüste herkesin apaçık kıskandığı renk

Daha insan olacaksın elbet cesaret edip daha uzağa gitsen









VATAN VE NAMUS


Sesler güz


Bir başınayken sokağa çıkma cesareti yok kimsede

Sen dâhil buna; bir dilsiz kuş, bir kolsuz kanatsız

Öylece bekleyen; öyle upuzun, dur bakalım

Şu mevsim döngüsü, şu çürümüş ten


Nasıl kokar biliyorsun umarsız bakış

Portakal çiçeği ile safran ve kekik

Ne çare, ürküten uğultu


Kapıyı arala, işte yatakhaneler

Takvim yaprağı işte, kırgın ve yetim

Gördün, kelimelerden başka dost yok


Selanik, iki gözüm


Babalar genç, oğullar iri, anneler ön

Marş söylerken, elde tüfek, geçerken yol çatından

Her seferinde başka itiraz, başka eziyet, başka kabahat

Oradan çağırıyor öyle; yaranın olduğu yerden, kim varsa eksik


Otlar Midilli’den


Yakada gül, ölçsen uzakla aynı boy

Aynı renk, ayrılık bu sene kim bilir hangi gün

Hangi vakit; yürüyor işte, çıkında söz ve ekmek


Üsküp sırma saçlı


İşe yarar elbet serçe parmak

Taş makas, aşkın mesafe

Öteki herkes


Sesler kış

ÇAĞ VE BAYRAK


Başka birinin tenine tezgâh kurmuş herkes, cümlesi kusur

Hem sıska hem korkak, elleri kaldır, kayıp ve kaçak

Dip katları dölleyip gök tanrıyı yağmalıyor


Çaldığı kapıyı kıble sanıyor iblis

Besbelli sert esiyor rüzgâr, öyle de esecek

Daldaki yaprağa kalsa mevsim her daim nefti


Kadınlar şekeri kaynatıp kasığa yapıştırmış

Oh, ne hoş; bıyıklar mesaiye hazır

Çek kopar kabuğu, öylece

Uluorta


İmdat


Kavuşma anı

Yaylı taksim, koç gırnata, çiğ ses

Çıplak işte nefes, hiç tanımadık biri


Yatakta, kim ki bu


Evin sahibi

Yine başkası, çarşılar geçim derdi

Şehrin tahammülü yok bahaneye


Oğullar

Tanrım, onları babalardan koru

Vakit ezanını bekliyor bir kesik baş


Ne bu çağ ne uyduruk vicdan

Üste yağan yağmur, dile yapışık küfür

Öylece yaşanan cinnet, bu coğrafyada


Güle oynaya öyle


KÖY ENSTİTÜLERİ


Büyük kahramanlarla çatışarak başlıyoruz güne, bata çıka

Marşlar ve mucizeler, heves ve kusur; unut sen bunları

De ki ne kaldı geriye, şimdiye, doğduğun yüzyıla


Bu fukaralık, bu kadeh

Sana mülk, çık git evden, şu boş umut

Omuzlar ağır, sebep uzak, yokla terbiye ten


Dağı aşınca ulaşırız, diyordun; hangi cehennemse aradığın

Tapındığın her kimse; delice korktuğun, yüz sürdüğün

Kederi paylaştığın; eziyet biter ve taze ekmek

Sıcak çay, böyle şeyler söylüyordun

Dudak katı


Yahut gökten inen emir, o zifir ay ışığı

Hüzne teşne, öyleyse son düğmeyi de aç

Memeler işte; bir başına, yere çarptığın şişe

Paramparça ve her şey yeniden, herkes bir daha


Sen yeniden doğup yeniden çocuk, yeniden mağlup

Bunca kusur, kırgınlık ve unutuş; ölümler bir daha

Taşranın pazuları kapı komşu, üstelik söz küfür

Müminlerin kucağında bilmeye dair büyük sır


Belki yaşamak bu

Ne sonsuz ne düş, ne ahlak ne günah

Kabuğu kır, çekirdeği çıkar, saklıyı açık et


Ey ateş

İbrahim'e karşı serin ve sakin ol“






DEVLET PLANLAMA TEŞKİLATI


Kelimelerin ardına saklanmış katili herkes tanıyor


Sensin orada

Hoplayıp zıplayan; acemi, hayta, cahil

Senden habersiz şu azgın ten, yaralı ağız, şımarık söz


Ahali merak

Kim bilir ne yana taranacak bir avuç saç

İlk cesaret eden ilk yumruğu savuracak; oh, ne âlâ

Patlayan tüfek tarihin kahraman hanesine yazılacak


Kötü bir tesadüf olmalı öyleyse dolandığımız yüzyıl


Elde çelik, suratı teğet geçen küfür

Ne tuhaf, bakışın kafa tutması öne gelene

Tezgâhta kerhane tatlısı, öyleyse doğru gündeyiz


Tepsi şerbet; koyu, vıcık vıcık

Sabahçı kahvelerinde fıkırdayan çaydanlık

Üçün ardından beş geliyor, beşin ardı deli sarhoş


Herkesin gözü kazanç, herkeste dil çatal

Sperm sayısına göre hesaplanıyor sevişmenin vergisi

Ayrılığa çare bulmak gelmiyor akla; ayrılığa, fukaralığa, esarete

Kimsesiz coğrafyalara düşüyor alnımızdaki o bir tutam perçem











NÜMAYİŞ ÖNCESİ HAZIRLIK


Köpeğin ağzından kemiği al


Yere çarp ve parçalansın tüm o uyduruk cümle, unut

Neyin var işe yarar, övündüğün yahut göğse takıp gezindiğin

Bunca yıl yaşadığın cumhuriyet, seviştiğin kadın; her kimse o


Bel bağladığın kudret, mutlu olma fikri yahut kör kabulleniş


Etin üstü küf, bekle dur

Pazar yeri kör bakış, etiketler ileri

Müşteriler er vakit başlamış alışverişe

Herkes memnun, herkes tok, uyandığın sabah uysal


Esnaf kurnaz

Sen dâhil herkesin yüzü maske, panayır yeri şakrak


Meydana dikilmiş şu yontu

Senin kıblen değil; anla, ne mermi çekirdeği

Ne bıçağın keskin tarafı, ne demir yığınları ne taş kule

Bu kahramanlar senin katilin hep, bu hayat sana eziyet

Bizi kendine inandır sen, kendine tapın şu ahir zamanda


Kuzunun önünden otu kaldır













ŞİKEPŞİNE


Değil mi ki duyduğumuz tüm bu sesler; tıkırtılar dâhil ve iniltiler

Mırıldandığın yahut geceye yoldaş şarkı, hem öyle yiğit

Peşi sıra koşturduğun niyet, silah tutuşun o


Yoksa yine mi yenilgi ihtimaliyle korkutacaksın seni sevenleri


Küsmekle yahut çekip gitmekle, gün başlamadan henüz

Biz alıştık, sen de alış; yol yokuş, mesafe yazgı

Issızlığın bir yerinde unutup gelmeyi

Öyle gir candan içeri


Ne kalacaksa üstelik geri

Bataklık ve çamur yahut esvap artığı

Kutsanmış toprak, ilahi yalan, sudan yansıyan nur

O ilk emir, ilk vahiy, akıl almaz ceza; dua sesleri ile inat


Zikir uğultusu ile ölümcül itiraz

Durmadan saldıran, saldırdıkça eksilen

Ötekinden delice ürken müsvedde insan, yokla

İhanet bu; koynuna sığınmış, irin sızıyor meclisten dışa

Belli ki bu sefer de yolun yarısından dönecek cahil cesaret


İşte coğrafyayı kaplayan nal sesleri, işte çığlıklar

Tüfek çatılıp söylenen marş, o meydan savaşı

Merasim bölüğü ile kan kokan ten


İşte tüm bunlar sana yakışan; deli taylar, müfreze birliği

Seyyar idam sehpası, yemyeşil ova, sürgün sokak

Durduğun yerden öte değil pişmanlık


Dağlar baş, adımlar nehir


Ey yiğit kumandan

Sen bize uzağı göster, gitmek ayağın işi


BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR


Bebekler pürüzsüz asfaltı kullanarak geçiyor rahmandan rahime


Tam vaktinde yahut az biraz geç; bekle, söz mahcup

Bunca kuşku ve telaş, bu çekişme; çarşı tıka basa

Senin soluğun alev; dert etme, yetişirsin kavgaya

Elinden tutarsın ölünün, katille kol kola ve akşam


Anason ve üzüm çürüğü, bakış hasret

Sofrada bir tuhaf fikir; bir çarpı bir, eşittir bir

Saçlar her rüzgârda savrulmaya hazır, göz şehla


Şairler resmi kelimelerle tarif ediyor hayatı


Hiç sebepsiz

Hece vezninden sınıfta kalıyor dilin durak yerleri


Sıra sende, söyle bilelim; kimdir bu sevdanın sahibi


-Sensin elbet bize nefes; sensin, ilahlar ilahı


Anlat anlayalım, eldeki kadeh niçin çatlak


-Senden başka yoktur tapınacak hakikat


Cinnet anı, delilik ihtiyacı yahut kriz belirtisi

Vardır elbet bu keşmekeşin akla yatkın sebebi


-Karanlığı bitiren nur, göğü ışıtan güneş


Senin tenin, senin sesin

Senin varlığın böyle baştan çıkaran bizi

Bu kalabalıkta bir tek senin yüzün kusursuz beyaz




BÜYÜK EFENDİ


Bu sefer de geç kaldın pazarlığa, dert etme

Sensiz de başlar senden uzak şu kuş mezadı

Herkesin cebi dolu şangırtı, her söz bağır çağır

Sus, herkesin sürdüğü pey seninkinden yüksek


Gidenleri hatırla, gelmemiş olanları hiç


Ve onların bıraktıkları geride, onların kadınları

Onların soluğu, aklın bir yanı süt beyaz güvercin

Onların laneti ve senle kesişen göç yolları turnaların


Sen ki her seferinde kafa tutup diri bir hayata

Her seferinde yeniden, her seferinde sivri

De ki ruhu paramparça eden onca ecinni


Ruhu lime lime, şehri yağma

Dilde ateşten kurtulmuş yardım çığlığı

Ötekilerin yüzü şüphe; sende ışıltı, sende lütuf

Çekiçle örs arasında bir ihtimal ve tarifsiz devlet aşkı

Elde koca coğrafyanın kanı; torbada kesik baş, tuz ekmek

İkindinin sesi bu; seni baştan çıkaran, böyle telaş, böyle davet


Tanıdık birinin salası hep sabah


Dolandığın mahalle, duyduğun şarkı

Kara elbet, hep başka dil çaldığın alkış

Sorsan diyen yok, kime emanet yaşadığın gün

İlk seninle sevişmiş olmalıydı halbuki bütün o fahişeler

İlk senin yolunu kesecekti elbet tereddüt, öyle çok kırmızı


Üstelik son kez sana dokunacak yine o meçhul el

Kanatlar kırıldıktan sonra da -karanlık ve gece boyu-

Senin göğünde uçacak muhakkak bütün kör serçeler



KÂZIM KARABEKİR


Bin yıl evvel boşluğa fırlatılan taş kavganın ortasına düşüyor

Cenk meydanına ve elbet vaktinde, ne söz ne cürüm

Sırt kambur, surat kösele, yumruğun köşeleri sivri

Kusursuz geceyi damıtıyor şarkılar


Kimse söylemese de biliyoruz, yere saçılmış nar


Talim çadırında gürbüz ordular ve hayat

Yasa dışı sorular soruyor oğullara

Bayrak karşısında esas duruş

Sonrası hazır ol


Ders öncesi yemin

İçinde kaybolduğun unutuş ve tanrı dâhil herkes

Gözü kapatarak geçiyor dayak yediğimiz meydandan


Kulak mağlup hikâye

Gırtlaktan çıkan ses, baş belası itiraz

Tarihte yarım kalmış cümlenin tek eksik parçası

















EKMEK KARNESİ


Duyduğumuz tüm bu sesler; hep şehvet, öyleyse yeni bahaneler

Oynaşacak kara parçası yahut döl çağrısı, sevişme merasimi

Kalkıp dövüşebilirsin öyle yiğit, sebepsiz, bir başına, çok

Sen ve uzak, dağ ve taş, hırs ve kibir

Kalabalığa karışıp


İleri, arş ileri


Kendini arıyordun, bir büyük aşkla

Göz kısık, ay dolunay böyle


Dikkat, zafer takları


Sudaki aksi ve aynadakini, hatırla

Kimi yumruklayacaksın ilk söküp yıldızları geceden

Kurtulup şu rezil sarhoşluktan yahut yeryüzünden tanrı katına


Sen misin koşturan, sen ve o bildik günah


Bak işte oraya sığışmış herkes

Devlet ve gösteriş, memur takımı

Cennet meyvesi, evin hâlleri, epeski zebaniler

Yok kimsenin öncesi ve kimin umuru şu aşrı mesafe


Elbet sensin bu hengamede yürünecek yol arkadaşı


Bıraksak ileri atılacak onca alışkanlık, onca çabuk

Bağıra çağıra ve ertesi günden geçmiş vakte

Ölürken anlarız umuduyla şu rezil hayatı

Seni öpmek geçiyor aklımdan sevgilim

Kabul et, bu aralar pek sık


Üstelik çıplak



İLTİCA


Bir hesap hatası olabilir mi boşlukta dolanmamız, böyle sus pus

Böyle mutsuz; duyduğumuz tıkırtı, ürküten davet yahut ayrılık

De ki üste abanmış gök; bak, ağzın kıyısı ıslık


Yüzü sil ve gör, düşen kim


Ne ki şu meydan, şu kalabalık, şu yer

Seni çağıran öyle, seni soran, seni söyleyen

Aynı hüzün, aynı keder, aynı kusur; seni kahreden

Kadın ve çocuk, bütün kahramanlar; düşün, herkes küs


Herkes merak, hatırla; günlerden neydi dün, mesela bugün pazar


Elde kadeh, doğuştan boş; seninse içtikçe susadığın

Susadıkça aç; öyleyse şimdi hangi niyet, hangi aşk

İneceğin şu durak, de ki insana bunca uzak

Şu dağınık, şu kendini bilmez yaşamak


Dön ve yeniden; ülkesi esmer, ölüsü karanlık

Dön ve bir daha, sebebi kendinden ağır

Dön ve sıkıca bağla seslerin ucunu


Şarkılar söyle

Şarkılar, şiirler, marş

Bildiği dilde sarhoş olsun şehir

Taş sokaklarla birlik ve körkütük

Öyle bağır çağır, öyle gülüşü telaş









MÜBADELE


Babalar, oğullar ve zührevi zaman


Bekliyor bizi

Orada


Ateş içinde fukara ve çıplak; de ki ilk soru, ilk kalabalık

Zengin müşteri peşinde kadınlar, günlerden mahşer

Mevsimden de öte çürümüş ardıç ile köknar

Dil küs


Adaklık kuzuyu okşuyor celep, herkes kendini sarkıtıyor

Gölgeden güneşe, tanrı katından dünyanın koynuna

Gerisi hikâye, hırıltı ve küs


Senin boynun her seferinde daha uzun, uzun, en uzun

Hatırlasan çıldıracaksın ne yitirdin ne kaldı eksik

Kollar hiç olmadığı kadar yorgun


İnsan insana armağan; bu yalan, insan insana sebep


Olsun

Sıçrayıp uyanabilirsin tam da o an

Bağıra çağıra ve yürek epeski, yüz tanıdık

İskelede toplanan kalabalıklar denize tuz döküyor

Adamlar sonraya bağlamış umudu, oradan başlıyor yola

Bir ülkeden diğerine, sıladan gurbete; herkes kendine yurt


İhtimal o ki bu sefer başka bekleyiş, başka aşk

Akılda koşturan çocukluk yılları ve bitimsiz kavuşma anı

Yakıştıramıyorsun kendine mutluluğu, eller de bu yüzden küçük

Üstelik kimse inanmıyor adının alfabede olmayan harfle başladığına





FİKRİYE


Kim başlattı bu yağmuru böyle apansız, de ki kim bitirdi günü

Yara soğumadan; kimin derdi, adamlar oyun delisi hep

Kadınlar itiş kakış, ev talan, çıldırtan keder eşikte

De ki yokuşa kim sürdü yürüdüğün yolu

Senden habersiz


Kim öpüyor o ağzı böyle telaş

Böyle gürültü, böyle çok, böyle yalan

Senin göğsün, senin rahmin, senin etin bu lime lime


Öyleyse sen üfle bu sefer kıyamet borusunu, öyle derin

Başladığı yere varıyor insan nasılsa hep çabuk

Her şeyden usanıp her yere uzak ve sağır

Herkese kötü komşu


Omuz apolet, surat tebessüm, avuçta bir ölü kuş


Oraya

Sofraya yığılı onca ceset, herkes hain

Sen hariç, herkesin eğninde yaldızlı kaftan

Sevgilinin yüzü onmaz bakış, vedası merasim


Akılda dişlediği son meyvenin tadı


Soyun, öyle koş

Kalabalıklar içinde bir başa; sırt mermi yanığı, ruh ıslak

Çıplak tanrılar giysin senden sonra şu kanlı kadın entarisini








LATİFE


Biz seninle koşturmadık böyle hiç, yalınayak

Su kıyılarında ve upuzun soluk, her taraf yaprak

Her taraf boylu boyunca sonbahar, biz seninle böyle

Sonsuz bir bakire ile çamurdan yaratılmış bir beniâdem

Ateşten atlamadık boynuzlu atların sırtında öyle çok çıplak


Ve aç


Ve açık ve tende tarifsiz şaklayan kırbaç

Yürümeyi öğrenemedin sen de bundan

Cepte hep mendil, pembe


Renkli


Şeker topları

Çocuk gülüşü, sokak dolu erguvan

Herkes kendini terk ederek çıkmış evden


Sense ürküyorsun hâlâ her tıkırtıdan


Bitimsiz geceden ve sıra sıra uzanan şu çelik ray

İnsana sağır suret, ayağa bağlı ağır kapı

Yasaklı harfler takılı saçlara


Belli ki yazgın bu senin; sürgün ve inat

Tüm bunlar ve fazlası, bedelini ödedin elbet

Yanlış zamanda yanlış yerde olmanın, belki en yanlış sen


Bir yudum şarap

Ve derin iç çekiş, de ki hep geri

Masada uğruna derlenmiş hanımelleri

Dön bak, başladığı yerde değil artık kimse




AFET İNAN


Emekli vali bulmacadaki kilit harfin peşinde, birden sonra hiç

Koşar adım yürüsek yetişir miyiz sence geçmiş yüzyıla

Orada bizi bekleyen onca çatışma, çağırdıkça kara


Soldan sağa pek çok sebep, yukarıdan aşağı başıboş avuntu


İri memeli kadınlar koşturuyor orta yerde, kömür bıyık onca adam

Ağız dolu kuşku, üstelik bu seferki rüzgâr gündoğusu ve sert

Ve kuru, kupkuru; yedekte su birikintisi, boz bulanık

Nehirler ikiye ayırmış ülkeyi, ötesi yasak

Şehrin adı alfabeye sığmıyor


Az sabır, ölü tavşan çıkaracağız şapkadan


Yetmez

Baharda idamla yargılanacak Kürt eşkıya

Masada geçkin aşiret renkleri, parti bayrağı, harita

İlk sen başlamıştın halbuki gitmeye, için dolu sevinç


İlk adımı sen atmıştın, de ki suyun akışı bu

Senden çıkmıştı o ilk bağırış, gerisi hep acemi

Giysi hırpani, coğrafyanın deniz tarafı çıtkırıldım

İlk yumruğu sen savursan yahut o ilk itiraz senden gelse

Ardın sıra mevzilenecek bebeler, senin hükmün geçecek kavgada


Öylesine dokunacak herkes ötekine, öyle uyduruk

Boşaldıkça yokluğa devrilecek ten, öyle eğreti

Geciksek herkes bilecek, geciksek


Devlet, tanrının elleriyle avuçlayacak hayaları






SABİHA GÖKÇEN


Bir hışım kalk ve hakikati masaya fırlat, bak işte herkes haklı


Herkes dövüşe hazır, dayanamayıp alev almış her eşya

Kap kacak, duvara çakılı saat, kapıda asılı ayet

Deri muska kılıfı ile itaatkâr şehir adı


Silahı çıkarıp şakağına dayamış yazdığın son cümle


Şeffaf bir kız çocuğu geçiyor yanı başından, adımlar ağır

Bakış kendinden emin, avuç barut yanığı

Memeler dolu süt ve cerahat


Secde ediyor zafere

Ardından gülümsüyor, uysal ve kurnaz

Elma kokusu kaplı bulut kümeleri, göğüs madalya


Saklıya gömülüyor ne varsa, ne varsa yasak

Ayıplar ve keder, komşudan derlenmiş kasımpatı

Kafasını çevirip yüzümüze bakmıyor sahtekâr baba


Rüzgârları basamak yapıp öyle çık sen de yükseğe


Belli ki yazgın bu senin

Kendinden olanı avlamak, azgın suları dizginlemek

İstesen tek kelimeyle yere serebilirsin sen şu aşılmaz dağı

Hemen şimdi, şuracıkta; başın yer, yüzün gök, geçtiğin yer kan










SANASARYAN HAN


Düşle gerçek arasında sınır çizgisi, orada koşturuyor herkes

Sen ve çocuksu keder, sen ve ergen heves, şu zindan

Katran kara


Saçları sevgilinin; durup durup savrulan, dünyayı kaplayan ardından


Kendimden söz etmeliyim sana, elde kalem, kendimden ve evvelden

Her seferinde üçten ikiye düşen ben, ikiden beşe; dur orada

Sen ve tanrı, sen ve iblis; ne varsa hayatta, sen ve öteki

Çömelip çukura, çömelip çelimsiz


Ruhumuz kir pas yahut dolu merak


Bir el ekmek, diğeri yeryüzüne kafa tutan duman

Eve dönerken şen şakrak, orada bekleyen aşk

Memeler diri, dil güleç, söz şehvet

Orada ordular


Orada yasa ve öfke

Bıraksan efendi yer olacak dünya


Bıraksan öyle yitik, öyle serkeş

Otursan dengeye gelecek yüksekler

Yaslansan düzelecek bütün o iniş çıkış

Kimin adını seslensen şimdi öyle yarım nefes


Yahut avaz avaz söylediğin şu marş, kurtuluşa dair

O eksiksiz umut; herkes uzak, her yer ötekinin yurdu

Yani kim varsa kapıda; melekler ve evliyalar, Hızır ile İlyas


Herkes zalim, her gün pazar, tanrının kırbacı herkes


Yani başlar ayak, ayaklar baş

Belli ki bizi böyle seviyor mülk sahibi

Emniyet teşkilatı, topçu taburu, şu rezil ahali

YAĞMA VAKTİ


Kim kalabalıksa onun adını yazıyoruz mülk hanesine


Elde bayrak, kim yetişkinse

Uçsuz bucaksız teslimiyet elde, kim zalimse

Saten ayrılık, atlas kumaş, üstünkörü pişmanlık

Yaptığını bozan biri hep, kim kuvvetliyse ilk önde o

Oysa sen tutup dudaklardan öpebilirsin herhangi birini

Elleri uzatıp o en oralara; o en sıcak, en günah

Kabahatler üstü kabahat

Tarifsiz korku


Sürgün ve düşkün, terk ediş yahut


Teğel ipliğiyle boğuluyor terziler

Onların acemi çırakları ile kuyum ustası

O hoş bakış, uysal gülümseme, bahar yumurtası

Ortalık keşmekeş ve senin gölgen sığmıyor rahme


Gündür geçer, komşunun eli cehennem

Onca küskün ve azgın, sonrası pişman üstelik

Öyleyse sebebi olmalı böyle apaçık dolanmanın


Devlete vergi vermenin

Sevişmenin, çocuk doğurmanın

Gidenin ardından upuzun bakmanın

Tanrı yahut toprak uğruna öldürmenin


Gözleri yummanın, sıkı sıkı

Tam da kan kıyamet günde böyle







KUBİLAY


Boynun uzanıyor göğe, ne gelir elden, oltada kendi başına istavrit

Kıpır kıpır hem, hem kuyruk biter bitmez başlayan boynun

Kabul et; kadınlar yurt, oğullar fişek

Hem öyle kuru sıkı


Hem geç kalmış, sen ve baba hanesi; sor, ne vakit

Varla yok arası suret, bitkin bekleyiş, kurak gece

Ruhta tükenmek bilmeyen uzak, öğren ne bu

Yahut kim, bak ne çok sonsuza susamış


Onca laf, onca yanılgı, onca inat

Kusursuz ve korkak; bir oyalı mendil, bir boncuk tespih

Herkes çabuk, herkes evvel, üstelik ne pişman şu kalabalık


De ki tersten yürüsek hayata, çoktan aza

Mesela öldükten sonra söylesek o son sözü, her neyse o

Bittikten sonra da yaşasak aşkları, hem ne eksik kalmışsa onu


Unutup geçip gittiğini; unutup ışığı, gölgeyi, yaratanla yaratılanı

Bir tek sen çıplak şu avluda, bir tek sen her bağ bozumu

Ayaklanıp salkımlardan evvel


Bir tek sen teslim kör bıçağa

Hem ne kekre hem ne acemi, kucak dolu hırıltı

Az bıraksak hüzün sızacak yırtık yerlerinden göğsün

Uyur uyumaz serin sulara dalacağız senle, boydan derin sulara










MUHACİR RESMİGEÇİDİ


İlk hançeri Balkan vilayetleri saplamış böğre


Ne ki her çarşı başka telaş

Öte yandan komşu komşuya küs

Bulgarlar, Helenler, tütün balyası şu


Kadınlar yılankavi, sen kederli esmer


Gün darbukayla başlıyor yine de Trakya’da

İpince klarnet, ipince ve hüzünle tanış

Ocak çaydanlık


Fıkır fıkır

Hem dokuz sekiz hem fokurdak

Akşam bir aksi Arnavut, kuşluk vakti deli inat

Parmak şıkı şıkı şık şık, göbek güm teke güm tek


Üsküp'ü verip Edirne’yi almışız


Kime ne

Kalk karşı kapıyı taşla, karşı camı kır

Öğren neresi gurbet, neresi memleket

Herkes birine küfür nasılsa birine kırbaç

Peki kim bu uzağa giden, ev niyetine hep


Bıyık kaytan, boyu posu devrilsin, üst baş beyaz

Şam'da idam sehpası, Beyrut urgan

Şu yaylı taksim, şu hüzzam

Şu koyu duman


Kimin rahmi

Böyle karman çorman, böyle dolu döl suyu

Kimin evladı, yüzü hem sonbahar hem sözü kan revan



KÖRDÜĞÜM COĞRAFYA


Gözleri yummadan evvel de kimseyi gördüğün yoktu senin


Barikat örmeseydin yine de yollara böyle boydan yüksek

Cepte böyle iri taş, karşı kıyıda kırılacak onca cam

Çerçeve, demirbaştan düşmüş epeski alışkanlık

Bekleseydin yahut kıyamete kadar, bir başa


Belde yatağan, yalınkılıç öyle

Boynunu vurmak için uyduruk tanrıların

Geridekiler de yetişirdi buluşmaya, işte o sen

İşte o herkes; kendiyle kavgalı, kendine düşman

Kendine gömülü, sonraya miras görkemli her yanılgı


Kadınlar ürkek

Erkek kendini sevecek kadar cesur bir tek

Sense buralısın hâlâ; sokaklar, kapı numaraları

Tanıdığın yahut hatırladığın ne varsa ötekine küs


Bu şarkılar, uzak

Bu bitimsiz döngü, hep aynı şey

İnsanı deli divane eden tekrar yahut veda

Ben seni düşündüm sevgilim, öyle bir başına hep

Gitmekten mutlu olacağımız düş ülkesi, belki son kez

Bakarsan görürsün umuduyla başı kaldırıp derin uykudan












KIR SAKİNLERİ


Bir ömür üç yalan söyledik size, hem ne kolay


Bir, buralı değiliz; iki, yurdumuz rüzgâr


Tek solukta daha ne kadar inebilirsin dibe, bilmiyorsun

Şu kekre duman, sözcüklere eklediğin durak yerleri

Yahut bunca pişman, senden sonrası

Bak işte o yok


Şakıdığın gün, koştuğun su, giydiğin sebep

Bağ bozumu şişeden içilmiş şarap

Ardından çekip gitmiş herkes

Adımlar telaş


Çarpık, nefes nefes öyle

Öyle gürültü, sırtta şaklayan kırbaç

Adları unutsak da çığlıklar çıkmıyor akıldan

Çömelip yere, parmağı kesik, çömelip tütün saran


Seninse içe çektiğin, durup durup, evveli aradığın


Kim varsa başkası, kadehte imkânsız son yudum

Komşu kokusunu silmek üstelik, ne mümkün

Şarkılar, ilahiler, yaşamalar, ses ve kusur

Şu ürkütücü manzara


Ne büyük yanılgı hep aynı evde oturmak


Hem bir başına hem her tıkırtıda ürkek

Gülebilsek kalabalıklaşacak belki de ortalık

Varımız yoğumuz şu sarsak devlet, bu da üç





HÜKÜMDAR MEMUR


Kan davasından kurtulup geçim sıkıntısında telef olmuş saçlar

Üst baş dağınık, kaşlar feodal, surat karman çorman


Dön bak

Kimseye benzemiyorsun, benzemedin de hiç

En korkak, en kaçkın, en sessiz orada duran sen


Her mahalle başka yürek yanığı, şakaklar ak

Yasalara sığmıyor dildeki isyan, sığmasın

Alna düşen perçem, o son sürat inat


Geri kalan ne varsa, sen hariç, başa buyruk

Herkes bir kovuğa saklı, herkes dönmüş

Daha dün yağmur yağmıştı halbuki


Eksiksiz gök gürültüsü

Uğultu, patırtı, kar boran ve dolu şimşek

Fırtınanın etrafa savurdukları, yer gök yaprak


Sondaki g yumuşak

Çıplak dağ yahut kıskanç otağ

Al götür öte ne varsa ada yapışık

Ne varsa akılda, harfin üstü şapka


Men seni her gül vakti bir daha sevmişem


İnsan kurnaz

Oracıkta bekle beni, etraf inkılap söylentisi

Geridekiler öldüresiye dövüyor pörsümüş kelimeleri

Duvarda ihtilalin resmigeçidi ve adını sesleniyor uzak biri

Soldan sağa yazılıyor mahkeme kararı, hürriyetin sonu nokta


İlk cinayete göz yumduğumuz için yaşanıyor tüm bunlar



ALİ KEMAL


Başlangıçtan öte mirasımız yok


Ne çınar gölgesi, öyle yaşlı ve serin, ne su ne toprak

Üstelik yeşilden çok maviyle akran

Ne sonsuz ne sonrası


Dağınık saçlar sadece, savrulmaktan pişman


Islak giysiler, yarım kalmış gülüş, derin koku

Telgraf direğine asılmış ilk ölü

İlk günah, ilk taş


Orada


Senin ordularla geçtiğin yerde, bir hayal ülke

Bir vazgeçiş, o ki kardeş katili, bir itiraz


Herkes kendine bekçi

İstersen gidebiliriz yine de geri

Yürüyebildiğin kadar üstelik ve yalınayak

İlk karanlıktan evvele, yüzde esmer kıvrım


Doğru değil dilin keskin olduğu söylendiği kadar ve de ki

Ezber marşlar bildiğimiz; bağır çağır öyle, hep tekrar

Yoruldukça uzayan mesafeler ve şu çelik ray

Öylece bakakaldığın görmez gözle

Rüzgârda salınarak


Mümkündür elbet insandan bir adım geri durmak

Mümkündür tam daldan düşerken uyanıp güne başlamak






MEÇHUL TARİH


Gepegenç bedenler üzerinde tepiniyor memleket, biz üç kardeş

Böyle mi başlar insan yola; böyle kusur ve yara, fısılda

İçimizden birini boğup ötekini ateşe atacaklar

Eğilip suya, dur orada, eğilip geri sese

Kulak ver


Üçüncünün adı Hüseyin


Kim bilir hangi yüzyılın çehresi bu, böyle hüzün

Böyle avaz; küfür, ezber, çürük

Sana yer yok bu evde


Bunu biliyorsun; dil yasak, bunu da

O ki fazlası var, şehrin kelimeleri balyoz

Adımlar gergin, köylüler gürültüden şikayetçi


Canın sıkılsa yine terk eder misin bizi


Herkes gibi; sebepsiz, çarçabuk ve telaş

Deniz kokusu olmalı öyleyse bu

Kendine çağıran bizi

Hep gür ses


Hep gün doğarken: Eller havaya


Mahalle girişi kimlik sorgusu, beton korugan, meraklı köpek

Ön cephe fukaralar ve geçim derdi, saksılar ölü çiçek

Gökyüzüyle aynı renk, her kuyuda başka Yusuf


Sana düşen de bu, çömelip sessizliği avutmak

Kavganın ortasında; öyle bir başına, bahaneler öte köşe

İnanmak istiyordun anlatılan masala, sen ve o yiğit duruş

Üstelik şu üç tuhaf yolcu, üç yitik yön, içlerinde en diri sen


Göğsü aç, soran olursa kim olduğunu göster

1921 YAHUT 1924


Eksik yahut yanlış kelimelerle yazılıyor dağdan kopan parça


Ve durmadan yuvarlanan, şehre doğru

Şu patırtılar, güz artıkları, baba ve soy adı

Mevsim tereddüt, buradan dönebilirsin geri


Sınırdan

Hiç gitmediğin, bakıp bakıp şükrettiğin

Belli ki günler; günlerimiz, bak işte o öfke

Oğullar ve kahramanlar, sen ve yitik gölge


İstesen de unutamayacaksın evveli


Bunca sancıdığın evveli, itirazlar uysal

Sürgün ve meçhul, toprağın dip katları tedirgin

Gerisi bekleyiş, görüş günlerini ayıklıyor gardiyan


Tek tek


Takvim yapraklarını yırtıyor

Tapu dairesi yangın yeri ve pazartesiler mahşer

Mecburi hizmet bölgelerine toplanmış çatışmalar


Kimse demedi, ilk kovulan sendin buradan


Yine de ilerliyor tren, hep daha esmer

Bir başına ve ağır, Ağrı’da patlıyor ilk mavzer

Sonraki mermi bin yıl sonra fırlayacak namludan


Sözü bırakıp oracığa, kavganın kucağına üstelik

Sen ve sana benzeyen onca bulut

Yağmur ve kimlik sorgusu

O ürkek bakış


Kabul et, kaybetmek bu coğrafyanın epeski huyu

HAYATIN DOĞUSU


Moğollar yürüyor şehirde

Bölük pörçük ordular, hayalar ellerinde

Kılıç kalkan ekibi, esnaf loncası, temiz giyimli eşkıya sürüsü


Savaşta düşman saflara geçecek fakat ayak takımı


Bu sancı, bekle

Tahammülü imkânsız şu ağrı, dur

Bacak felç, omuzda hiç tanımadık melek

Yattığı yerden doğruluyor kadın, avuç döl suyu


İbadet vakitlerine bağlı hayat


Erken fışkıran dal budanacak oysa biz

Derinliğine göre seviyoruz yüzdüğümüz suları


Göz kapağı şiş


Trahomdan kırılıyor memleket

Masada idare lambası, tanrı meşgul

Haritanın kıyısında bir yerde yaşamak


Zahmetli ve kör geceden toprağa dökülüyor köylüler

Az dermanı olsa ilkin kendi yüzünü yıkayacak herkes

Anneler bir daha doğuracak çocukları, bu sefer başka yer


Başka gün, başka baba









SEYİT RIZA


Coğrafyanın üst katlarına sürünerek çıkıyor jandarma


Avuç pençe


Oradan sonsuza ve pişmanlığa

Masal kahramanları zıplıyor gökte

Ölü bebeler; zıp zıp, senin meşrebin bu

Şeffaf, billur, berrak; dokunsan hep yırtılacak


Etin okkası beş akçe


Unutma

Hatırlamanın lanetiyle yaratıldık biz


Üstelik aynı boşluk, aynı karanlık

Aynı nehir, birden çok kere ve hep o an

Dağlılarla savaştan dönüyor ordular, zaferle hem

Haftanın günü, perşembeler dâhil, nefsine misafir insan

Erkekler kendi dilinde ecnebi, kadınlar baba ocağında gurbet


Ne varsa rezil rüsva

Ne varsa taşa kazınmış

Şu kara, şu kömür, şu zifir yahut

Gönül bu, feryat figan; söz, ah u zar


Geç git


Bize

Oğullara

Mağluplara yurt

Sana tuz, öyle çağlayan ve imkânsız, sana su ve ekmek

Dolandığın taraf gül gölgesi, hep aşka uyanık

Yürüyüp boylu boyunca bir düş kıyısı

Her gidenin eve vardığı yol sana


ÇOBAN VE SÜRÜ


Yazı tahtasının üstünde bir çift göz; şehla ve çakır

Öteki herkes birbiriyle tanış, konuşabilsek

Hiç olmazsa son bir kez


Şöyle başa buyruk ve bağır çağır

Biz seninle, biz seninle çelimsiz böyle

Böyle tutsak, soluk soluğa; el ele tutuşsak

Herkes anlayacak, avuçlar ne diye terli

Niçin çırpınıyoruz bir umut


Tozu dumana katıyor köylüler; derken, orta yeri günün


Koşturmalar, piyango çekilişi, yanak yanağa dans

Kitabın üstü çatık kaşlı baba ve şımarık şehir

Aralıksız bizi izliyor bir ilahi suret


Birileri toplanmış kelimeleri törpülüyor

Belli ki rakamları kamçılıyor bir diğeri

Öteki huysuz, her yanlışa kızıyor


Sende dil yara, bende söz çukur

Yakalar kirli beyaz ve hayat parasız yatılı

Bir türlü kabullenmiyorsun yanlış ülkede olduğunu

Çocuklar başka dilde ağlıyor vakit tanrıya döndüğünde


Efendiler, öte âlemi karıştırmayın sınıf kavgasına


Niyetin yok sıraya girip ezber marşlar söylemeye

Kalabalıkla birlik; üst baş toz, çörek kurt

Her önlüğün içinde başka ceset


Nefes esmer

Öyle diyor başöğretmen

Ayrılık sancısı yanlış taraftan ölçülmüş

Sense delice korkuyorsun duvardan fışkıran bakıştan

KURT KANUNU


Giydiğin bedene sığmıyor ışıltılar, her renk siyah

Sığmıyor güneş, sütre gerisine ve bekleyişe

Çekmeceye, çık git öyleyse buradan

Kuşkuları alıp öteye


Doğduğun şehir, neresi orası

Öylece gözlüyor seni bir aldanış hâli

Sessiz sedasız düş ülke ile bitimsiz gece

Kışkırtıcı bakış, delişmen söz, çıldırtan koku


Senden gayrı herkes uçmağ derdinde


Kelimeler kabadayı, insan korkutan ihtimal

Peki yetmeyen ne içini kaplayan böyle, böyle kara kuru

Ruhu delirten bir yandan, bir yandan elden ayaktan düşüren

Hiç sebepsiz yangın yeri işte yürüdüğümüz; bir kan, bir kırmızı

Şu kahrolası mübadele, şu bitimsiz mesafe, şu derli toplu

Ardımızda kendimizi bırakıp bir tek, onca sabırsız

Üstelik yaşanan ne varsa istifleyip köşeye

Öyle dağınık ve sürgün


Memlekette kırıp döktüklerimiz, yakıp yıktıklarımız gurbette

Güne başlamakta bu yüzden gecikmiş belli ki yol ve yolcu

Masallar, cenk hikâyeleri, dilekler yahut ötesi çaput ağacı

Göğsün ortası çıldırtan ağrı; ağız leş, avuç çamur

Gidenlerin kolları boyna dolanmış, eksik küfür

Eksik ses, büsbütün yaşamak, geçkin güz

Hatırla; cehennem sıcağı, hatırla


Utanır mı insan hiç sebepsiz üşümekten






ENVER YOKUŞU


Boşuna yürüyor bu yandakiler


Ağıtlar ve kahramanlar; sen misin o, hakikat avcısı

Dur hele biraz; efsaneler, mümkünler, mucizeler

Görmemek için kuş misali dağa çarpıp düşeni


Gaybın adı yurt


Her nefes ilahi, her bakış muhtemel

Çağıltılar, ırmaklar, suretler

Tıkırtılar


Vardığın yer kış


De ki ne ara aldın sen bunca mazlumun ahını


Atlar koşumsuz çıplak

İçinde mağlupların oldukları dâhil

Mızıka bölüğü, sıhhiye takımı, muaşeret alayı


Karlı bir günde kaybettik harbi kumandan


Eller paldır küldür, eller

Sevgiliyi okşarken cesur bir tek


Hep çocuktuk o vakit, hep buz tutmuş


Peşine düştüğümüz

Sır ve kehanet, ses ve gölge

Hem ne çok uzak, ne çok çabuk hem

Bir tek sen pişman aradığını bulmaktan


Üstelik kimin umuru yere saçılmış onca çatapat gürültüsü



ERTELENMİŞ İNAT


Çıplak ruhla bakıyoruz ötekinin yüzüne, durup bir daha

Çekip gidecek gibi her an, elde ihtiyaç listesi

Yün çorap, örgü kazak


Kışlık sabır

Aklın içi kâr zarar hesabı

Dağlı kaçaklar bekleyişe sığınmış

Bilen yok ancak kimin adı okunacak ilk


Çok da mesele değil, muhbirin yüzü maske


İhtimal o ki geç kaldık yine hiç tanımadık birine

Ortalık bağırış çağırış, kim sağ çıkacak sorgudan

Bilmiyoruz, evin oğlu adını niçin ters yazmış mektuba


Herkes dolu merak

Hapishane kapıları sıra, kadınların parmakları mor

Nedense bitmiyor şu eylül, ölüm orucunda kim bilir kaçıncı gün bugün


















PLASTİK DİL


Ne şarkılar buralı ne surat tanıdık


Kim bilir hangi sözle anlatırdın sen olsan

Yitip gideni; geride tahammül, boş ver

Şu tarifsiz vakit, deli divane keder


Sil süpür gecenin kirini


Külle kaplı gök

Söze bulaşmış onca yalan

Kime ne, herkesin uçkuru apaçık küfür

Başefendi kürsüde, kuş dili konuşuyor bebeler


Bilen yok

Suyun kaynama ile donma noktasını

Bilsen ne olacak üstelik, aradığın her harf kayıp

Mecbursak öğrenebiliriz fakat kıyamet alametlerini


Ardımızda koşturup duran soyağacı ve utanç

Bahçede bayrak merasimi, kimin nesi şu tanrı sureti

Marşlar, alkışlar, gözyaşı yahut minare gölgesi, davul tozu


Ne varsa yokluğa çare, ne varsa hakikate düşman


Sor soruştur, kim doğurdu seni bunca vakitsiz

Ve dünden evvel, göbek bağını kesen kim

Böyle apaçık


Rahme düştüğün günden







MEŞRU CİNAYET


Ey yiğit asker

Bize ölümü unutturacak hünerini göster

De ki her kim böyle sarılıp uzanmak istediğin


Boylu boyunca çimlere, üstelik çıplak

Kolları aç, sonsuza yürü

Göğe


Göğün uçmağına

Bizden yana fırlat sadaktaki oku


Her kimse o ilk günahın

Durup durup akla düşürdüğün böyle

Suçların neyse yahut bunca katran kara


Demek sonsuz sevişme vakti, demek aşk


Hep eksik, kısa ve çabuk

Suratta giderayak yeşeren esenlik

Yeryüzü titrerken senden fışkıran alev


Demek el ayak çekilmiş geceden


Gün öte, dil esmer, su acı

Ey içli ağıtlar mülkü, ey yenilgi erbabı

Bize doğduğumuz ülkeyi hatırlatacak şarkılar söyle










KURTARICI ASKER


Kışkırtıcı haberler geliyor cepheden, ereksiyonu karneye bağlamışlar

Kurmay heyeti kurnaz, yaldızlı üniforma giydirmiş hünsa tene

Cenk vakti, oğlan çocuğu yer ile yeksan

Surat dur ve durak


Bin yıllık kulamparada uçkur bağlama niyeti yok


Yol yokuş

Tüfeğin olsa sen de ateşler miydin şu dip kara mağarada

Art arda


Dil böyle kötürüm, namlu fışkıran alev

Üstelik ne çok telaş, hem ne tuhaf

Tepede eksiksiz güneş


Gülümser esmer, sen ve eli silah tutan

Sen ve nöbetçi onbaşı, talim çavuşu

Sen ve herkes


İçtimada, yürüyüş kolunda, taziyede

Tören alanında hep aynı

Hep tek ses


Vatan


Sana


Canım


Feda






TASARLANMIŞ GÜN


Bir numaralı plaket hükümet sarayına çakılıyor


-Emredersiniz albayım


Askerlik şubesi iki, şehir kulübü üç


-Ne hoş, kelimeler şehvet


Adliye lojmanları dört, reis beyin yakası beş


-Kucak kor ateş


Organların boyunu efsanelerle kıyaslıyor oğul

Memurlar rütbeyle ölçüp biçiyor hayatı

Unutmak, ne olup bitmişse

Ne varsa hatırda


-Ne büyük şans


Öyleyse şuraya sonsuzluk yapıştıralım, şuraya asalet

Tam karşı sorgu parkı, üst baş kuşku kulesi

Yolun sonu baştan çıkmış aşk


-Silip silip yazdığın mektup


Bu tahammül, bu ülke

Kasabalar mahir, köylü milletin efendisi

Şehir, rahminde boğulmayı öğretiyor şairlere








İLK TABAKA: TEMSİL


Az biraz geciksen ne olur, dibi mi tutar yeryüzünün

Koşturmasan yahut böyle tıknefes

Böyle ardı sıra her gölgenin


Böyle pürtelaş; ah çocuk, nasıl da derin uçurum şu sensizlik


Senin saçların savrulan, senin şarkıların, senin suçun bu

Senin günahın, aç bak; senin evin, gerisi cehennem

Gerisi yanık, senin ülken


Medet ya Allah


İnkâr ve itiraz, durup yüzleşsen; sen ve diğer herkes, şu kuş

Kendin dâhil tüm düşmanlar öteyken; şu kanat, şu gök

Kuytuya saklayıp kahramanları, ötesi beyaz bir düş

Yürüsen yine öyle uysal, durgun ve sus pus


Suları yarıp ikiye; hatırla, çıktığın yol yokuş

Geri çek masaya sürdüğün peyi

Çizgileri tek renk boya


Onlar gibi gül, onlar gibi ağla; ağızda onların dili


Kutuda çeşni baharat; nane ve kekik

Sahipsiz bir cenin, bin yıldır orada öyle hem

Uyuklayan, uyukladıkça irileşen ve harbe hazır hep

İstese kendini doğurabilecek, kimsenin ummadığı vakit


Üstelik kavga başlamadan henüz


Kimi alıp götürdüler aramızdan ilk evvel, gördük

Kim ağıt yaktı, kim sevindi; kimin yüzü öyle tebessüm

Diyen yok fakat dar günde oğullar niçin dağlara yaslanır



İKİNCİ TABAKA: TEDİP


Herkesin daha bir annesi var, bekle; sığındığı daha dil, daha ülke

Herkes telaş yahut koşar adım, herkes üst, herkes baş

Bir tek sen yerle yeksan, fakat ürküten bu ses

Bu küfür, cam kırığı ve attığın taş

De ki o büyük şangırtı


Bir tek sen korkak


Üstelik ne tuhaf çocuk şu geriden gelen, şu kolsuz bacaksız

Surat sırta yapışık, burun ileri, göz çapak, ten esmer

Baba, dersen hep uzak


Baba yasak, baba kaçak, baba gök

Baba upuzun yol, komşusu yok yalnızlığın

Belki de bu yüzden insanın ana yurdu bitimsiz hiç

Mevsim güz, taş sekmiyor dalgalı suda, ayna karaltı


Kim bu cahil, söyle; ağız ne diye kilit, dudak ne vakittir küs


Hilal kaş, sırma saç, tarifsiz dalıp gitmeler öyle

De ki bilelim, hangi kavimden miras şu bakış

Kurda kuşa sor; söyle, evin ne taraf senin


Ne hoş


Kökü toprağa saplı bu coğrafyada her günahın

Kadınlar kabahat, kelimeler yetim, söz öksüz

Herkesin daha bir annesi var, soy kayıp


Elde kömür

Gece karası resimler çiziyor kumlara

Yüz silik, ten sürgün, soluğu yok kimsenin




ÜÇÜNCÜ TABAKA: TENKİL


Bu alkışlar, bu yakarış, bu çağrı


Bu bakış

Menzili çoktan açık etmiş bu koşu


Olsun

Sen yine de sor


Yolun nere yolcu


Yürüyüşün dağlı, sözün abdal

Fakat yaşamak bu, koca bir yanılgı

Adımlarsa hâliyle yüksek bulutlardan

Belli ki kavgaya tutuştuğun rüzgârlar çetin


Sen ki kendinin en eski avcısı, kendine saklı en yaşlı kaçak


Durma

Yitik seslerin peşine düş

Kimse demese de söylenen ağıttan anla

Ölünün meşrebi ne, hangi kılıcın artığı boyun

De ki börtü böcek de bilsin, ağız ne vakittir çorak


Değil mi ki dünya hep aynı


Herkes kendi gölgesine muhtaç

Gün sürgün


Yazgı öteye komşu

Yahut o uğultu, o unutuş, o ayrılık, o sen

Herkesin bilerek geç kaldığı, üstelik kimin umuru

Nerede durup nerede dinlenecek şu kırgın, şu aksak bacak




DÖRDÜNCÜ TABAKA: TEHCİR


Herkes gülüp oynaşırken senin derdin kelimelerle


Ellere bulanmış ölü döl suyu, yüzü sıva

Yüzü ve sonsuzu, sonrası hep yokluk

Ürkek tik taklar ve sessiz ve yasak

Gecenin dip vakti


Giderayak

Şu yasak şarkıyı mırıldamasak

Bilen olmayacak kayıp kişi kim, olsun


Sen gel otur cümlenin orta yerine


De ki çölde

Nasılsa bir varmış, bir yokmuş

Çoban ateşleri başında, haz ve kefaret


Nasılsa herkes yabancı, her yer gurbet

Ağızda küfrün bıraktığı o çürük tat, de ki

Ölümle dirim, hasta ile şifa, hep yahut hiç


Kıvrılıp kuytuya

Efendiyle köle, aşkla âşık, yolla yolcu

Kıvrılıp bir masalın zümrüt kakmalı tahtına


Korku ile merak


Kimi kurban etmişler ilk

Eğil bak mermer taş üstünde

Kim yere yığılmış, kim kalkıp göçmüş


Kimse demese de bil

Kimin düğününe gidiyor bunca sabi sübyan

Böyle her yanları yara bere, bayram sabahı ve erken

Böyle eli boş, kimin taziyesinden dönüyor şu kalabalık

BEŞİNCİ TABAKA: TEMDİN


Ali, bak; bu tanrı


Kimden korkmak gerek, ilk bunu öğreniyoruz mektepte ve yağmurlar

Kimi sevip kimden nefret edeceğiz, bütün o ihtimaller ve şu bulut

Beklenen patırtı; yıldırım, şimşek, gök gürültüsü, kampanalar

Tüm bunlara hazırsın sen hatta fazlası

Öğretmen tokadı


Aksi ve yerle yeksan

Sokaklar iğdiş edilmiş köpek

Biliyoruz, ne giyeceğiz bayram günü


Başta fötr, kan sızıyor ağızdan ve bebeler

Ürkütücü şiirler okuyor öyle canhıraş, bağır çağır öyle

Fukaralar parmak ucunda ilerliyor ahirete, gerisi hep çığlık


Davudi ve şımarık, karman çorman

Kapı zilleri epeski harami şarkısı, açıl susam açıl

Yedekte kuşkucu söz, tedirgin merak hep ve doğan gün

Üfleme sesiyle başlıyor yürümeler, Sûr'un boğuk uğultusu


Gazeteler yazınca anlıyoruz ne yiyip ne içeceğiz


Ne vakit duracağız ışıkta

Kimi öpüp okşayacağız, sözleşmeye kayıtlı

Üstümüz göçmen kuş sürüsü, alnımız dolu tüfek


Ayşe, bak; bu devlet








ALTINCI TABAKA: TASFİYE


Eylülün yüzü karanlık, hep öyle olur zaten

Avuç tuz, herkesten evvel sen ve senin ellerin

Tanıdık biri muhakkak gün sonunda bekleyen o bizi


Hem ne zavallı


Ne cesur hem

İnsan ne vakit terk eder bir şehri

Bildin; aşkları ve kederi, de ki kendini

Erguvanlar kokusuz, ses uysal, ev tenha

Aradığın yahut tapındığın her neyse o uzak

O yok, fikrin var ancak ne diye mahşer köprü

Şimdi kalkıp ayağa yahut fırlayıp derinden

Birden ikiye, ikiden üçe; söylediğin söz

Aldığın nefes, üstelik çoğul hep


Karanlığın boyu, ışığın gölgesi, kelimelerin uğultusu


De ki senden yiğit, senden cesur, senden iri herkes

Bir telaşlı geceden dönüyor bunca adam

Bunca kara, bunca çok


Sokak keşmekeş ve vakit lanet

Elmada diş izi, fışkıran döl rahme ulaşmış

Oysa senin yaşamaların vardan uzak, yoka komşu

Bütün o korkular, yere yatmış yahut yerde sürüklenen

Eti kim ısırmış böyle derin; biliyorsun, göğün yedi rengi


Hep birlikte, ne diye solgun


Gel gidip başka suda yıkanalım biz seninle

Başka çeşit çağlayalım gidenin ardından

Yaz bitmiş, çaldığımız kapı güz


Tan vakti, talan vakti

YEDİNCİ TABAKA: TAKTİL


Bu piyangodan size kıyamet çıktı


Apaçık uzanan yol size; sürgün ve bir uzak ülke, bir tuhaf

Şehir meydanında yeniyetme bayram, Ağrı düştü

Oğullar kayıp, babalar rehin, mülk yağma


Koca ve kara, bir lağım faresi boynumuzu yalıyor uykuda


Dersim’de tayyareler ve bebeler elma kokusuyla çağlıyor

Valinin karısı tayyör etek giymiş, Zilan kan revan

İnsanlara inanmaya oysa, insanlara ve Allah'a

Ne çok ihtiyacın var senin


Hiç tanımadık kapılar çalmaya


Tuz ekmek hakkına, gel otur sofraya

Seste uysal esinti, nefes pirüpâk, şeyh ipte asılı

Bin yıldır şalvara saklı beden, öyle uluorta çıplak

Sulara kazıdığın isim, gök suret, iniltiler yahut ilahiler


Yürüyüp gidiyor en önde o yitik tarih

Kızların yüzü her gün daha çok benziyor anne yüzüne














VARLIK YOKLUK


Sokak dolu komşu mülkü; olsun, bacak sere serpe hem


Ne varsa toza bulanmış; kalçalar dâhil ve kuyu suları

Işıltılar; uzadıkça uzayan, parıltısı baştan çıkaran, çıldırtan

Hem öylece durup oracıkta; kelimeler, suretler, kuşkular ve çömelip


Geçmişi beklediğin, çoktan gelip geçmişi; ürküp yahut kaçtığın

Orada saklı şifa; orada gaipten gelen, ilahi ve çelimsiz

Orada süklüm püklüm


Çağırsan gelebilirim ben senin olduğun yöne

Herkesten habersiz, pusuya düşmüşken herkes


Öyle ağır


Ne varsa etrafa saçılmış

Üzüm salkımı kalabalık ve cam kırıkları

Enine biçilmiş kumaş, üstelik senin sesin yükselen


Kurtarın bizi bu çağdan, kurtarın

Kutsanmış binalardan, sübyan tanrılardan


Ardından doğup büyüdüğün, işte eylül ve karanlık

Bütün o hatıralar; işte talan ve cehennem

Yine yol, yine pusu, yine çıplak


Herkesin birine bakıp, hiç sebepsiz, herkesin kendini gördüğü

Şu lanet suskunluk, şu eksiksiz bekleyiş, öfke ve kabul

Orada tepiniyor gün fukarası ten ile kayısı kurusu et

Kim varsa eksik; şarkılar, şehirler, şüpheler

Bir tek sen apaçık uzanmış, bir tek sen

Herkesin utanarak okşadığı


Durup anlamak insanı; Usul, de ki ne mümkün mucize bu


VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ


Keyfe göre hesaplanmış olmalı halkların sıkleti

Seninse etin ağır gelmiş besbelli yeryüzüne

Giderayak suratta patlayan tokat


Vakitsiz ve ortalığı kamaştıran, bunca kabarık

Kabul, sürdükçe bitiyor aşk ve sende kollar zayıf

Bilek ince, omuzların taşıma niyeti yok derin boşluğu

İlk evvel turunç olduğunu çoktan unutmuş portakal çiçeği


Yine de ilerliyor tren, kondüktör ters

Ötesi şüphe, hakikat dağıtıyor hükümet, sırt küfe

Bâb-ı Âli yokuşunu oflaya puflaya çıkıyor ağırlıkçılar

Adımlar sonsuza sürgün ve kamyon kasaları tedirgin


Yaslanmıyor kimse kulelerin gölgesine

Senin gibi, yürümüyor köprüde şakrak


Herkes çocuk, herkes cahil

Tezgâhta iddialı sabıka kaydı, surat ustura

Sıranın kendine gelmesini bekliyor şehirli esnaf

Sana kalsa hoplaya zıplaya ineceğiz uçurumdan


Bildiğin bütün sonralar


Bilmiyorsun, bilsen söyleyeceksin

Ayın hangi gününe geliyor bu sene kış










LEYLİ MECCANİ


Ölüleri sürüklüyorlar yerde, eksiksiz bir yüzyıl, alkış yükseliyor

Herkes mutsuz, her söz nefret; üstelik ne gün sonu ne lodos

Upuzun ip bağlayıp boyna oğulları, kadınları, ilahileri

Savaşlar, çığlıklar, bağırış çağırış ve başlar gök


Evdeki sandığa saklı bez bebek, dayanamayıp

Kafayı az çıkarsak, surat bunca çıplak

Gerisi çer çöp, çürümüş hep

Sümüklü ve sübyan


Sonsuz ve süreğen; ters bir yol, ters bahçe

Ağaçların kökü üst, yağmurlar zıp zıp

Korkma


Çağıran yok seni kendine


Seslensen halbuki ne varsa, ismin dâhil bildiğin

Yahut çömelip kuytuya, elbet şakak mermi

İnançla inkâr arası bir dünya hâli

Küfre komşu


Yapışıp sıkı sıkı dudaklara, yapışıp tene

Sevmekten usanmayıp bir ömür bir kadını

Dayanamayıp dokunsan buluta, de ki tırnak ucu

Nehrin yatağı çözülecek, suların kudurduğu o vakit


Kurbağalar basacak yeryüzünü

Üstelik ne saklıysa dilin altına, mesela üç kere vırak; vırak, vırak

Uzak senden ve uydurma; korkak elbet, can attığın söylemek uğruna


Oracıkta, insanlar bin yıl öncesini istifliyor ıssızlığa

Bebekler er ya da geç doğduğu ülkeye dönecek

Geride pişmanlık, öyle bir başına


Kalk, yaranı sar; hatırla, çağladığın vakitler de oldu

SAFRA


Köpürmüş güz sesleniyor bize yahut yağmurdan evvelki çağıltı

Ruhu kamaştıran renk cümbüşü, mesela şu turunç

Küf yeşili defne, ateşten emanet karanfil


Sen yokken yine aynı mı kokuyor bahçeler, kim bilir


Kim varsa bizi bekleyen az öte; şüpheyle, de ki söz

Ve uzak, sen dâhil toplayıcıları ürperten gülüş

Sürdükçe çoğalan yaprak


Mevsim döngüsü bu


Biteviye soğuk ve sıcak

Sırayla gelip gitmiş İstanbul’un ortasından

Sarıdan başlayıp kızıla varan çayırlar örtü


Unut


Şu bitmeyen göç korkusu

Şehir öylece duruyor işte; yerli yerinde, yorgun ve harap

Kendi hâlinde bir tekne; bırak salınsın, kıyı çizgisi yosun kaplı

Keyfince oynaşıyor şamandıra, millet bu sene de palamuda doymuş


Günün karşı yüzü kış, sende bakış kara

Az daha geciksen ocaktaki et yanacak

Gürgen sopalar dolaşacak sokakta


Tornada terbiye edilmiş öfke

İmparatorluğun sorun çıkaran artıkları

Milli sermaye, yeniyetme telaş, şeref ve gurur

Oradan oraya koşturan; öyle çaresiz, öyle muhacir


Kimse memnun değil olduğu yerden

Kadınlar iri memeli, erkekler ürkek

Çocuklar hep ihtiyar

KESİM TÖRENİ


Zorda kalan kabadayı şişedeki küfrü susuz içiyor


Öyle yazıyor kayıtlarda

Attığımız her imza farklı korkunun kefareti

Boynunda iri yarı muska, dilde düzenbaz teşbih


Esnaf çatık kaşlı ve tarih

Top-tüfek gürültüsü ile uğurluyor içine sığmayan halkları

Çocuklar kadar ürkmüyoruz fakat mezarlıktan geçerken


Geceleyin, şu kör vakit


Oda dağınık, ev tenha, sokak sahipsiz

Islık çalan kimse kalmamış geride

Mahalle yangın yeri


Ermenileri yağmalamaktan dönüyor komşular


Tende çok eskilerden hatıra urgan izi

Kolda eksik bilezik, yüzük parmağı kesik


Sevgilim

Bırak gel saçlarına dolanan yoldan geri

Bu kadar sık oyalanma sahipsiz uzakta, bak

Hükümdarlıkta geniş vadiler, talan edilmiş şenlikler


Ardımızda unutuş ve duvara çakılı uyduruk çerçeve

Önceki yüzyıla ait kayıp günler, devletin kusursuz sesi

Her şey geçiyor, bizden parçalar kopararak, akıp gidiyor su


Sahtekâr kabadayı belindeki şahsiyetsiz bıçakla övünüyor meyhanede





MAĞLUP TARAF


Kimi öpüp çıktın yola, kimi okşayıp

Unuttun, ilk kimi boğazladın

Tırnakları geçirip


Tırnakları geçirip tene, öyle acımasız çıplak

Keskin, çapraz, acemi; kapı önünde hep

Zaferler, korkular, itirazlar; herkes gül

Öyle gülümser


Kuytuda can çekişen hayat

Mümkün olsa yeni alfabe, yeni gün, yeni ülke


Ne çare

Kim saldıracak eve; biliyoruz, camı kim kıracak

Gözden ırak köşelerde halay çekiyor ordu müfettişi


Tey tey de tey tey


Jandarma çavuşu, avcı mangası, pahalı asker bölüğü

Omuz omuza, vah ki ne vah, surat eciş bücüş

Yanlış adımla başlamış yürüyüş


İhtimal o ki resmi keder giyinmiş memleket

İlk tokat bizden yana savrulmuş

İlk tekme bize


Küt pat, küt pat; pat pat da pat pat


Yaşamak

Böyle yarım, böyle eksik, böyle yok sebep

Yoksa bağıra çağıra şarkılar mı söylerdik biz senle

Bağıra çağıra ve sabretsek sevişecek vaktimiz olurdu

Herkesi emanet edip geçmişe; kadınları, korkuları, sesleri

Ne alkış ne küfür; kaskatı ve aç, aç ve açık, öte dünyalı hep


MİRAS


İlk kurşunu kim sıktı bu yana, şu ters yüz mahalle

İlk taşı kim attı, şu upuzun yol


Birileri alacaklı hep

Bilsek derdik; kimin ülkesi, böyle komşusu kış

Kimin şarkısı aksayıp tıksıran ve salya sümük hep


Durmadan akan nehrin üzerinde, hem ne tedirgin

Kâğıttan gemiler ve rotası yitik, yolcular üstelik

Kendi aralarında pay etmişler mesafeyi

Çocukları, düşleri, kaçış yolunu


Fabrikanın sahibi reis-i cumhur


Efendiler

Bulaşmayın yüksekteki kavgaya


Atların toynakları güleç, sünnet yeri azgın

Elde kılıç, bu adamlar ne vakittir sen

Kim bilir şu güzergâh, ne tezcanlı


Öyleyse baştan sona; bir, iki, üç

Tam zamanı, unuttuğun ne varsa

Hatırla, buralısın; hatırla, sebepsiz












BESLEME ORDU


Bir kahramandı vurulan ilk asker

Kahramandı muhakkak geri gelmeyen oğul

Marşlar, durup durup tekrarlanan onca alışkanlık

O son bakış, herkes unutsa da sen unutmayacaksın


Güne kahveyle başlamayı

Koyu ve sade; dudak telve, rüzgâr kılıç

Buralı olmasan üstelik kimse tanımayacak seni


Bu yüzden, tam şu saatte

Ne oluyor öte tarafta

Kim bilir


Seni ayakta tutan şu bitimsiz inat

Boylu boyunca yürüdüğün hudut taşı

Yasakla terbiye edilmiş kelimeler yahut

Yangından geri ne varsa, bilekte kesik izi

Yaşanan şu çağ, belli ki aradığın katil o

Misafir odasında alafranga koltuk

Denizin orta yeri tekne


Onca serkeş


Ezberi unut

Akşama kalmaz jandarma kapıya dayanır, elde tüfek

Senin toprağa düştüğün yerden koşmaya başlar bir çocuk










ETRAFI DUMANLI DAĞLAR


Meğer her şey yeni başlıyormuş

Hazır olun, size daha kötü haberler de vereceğim


Yol boyu anıt mezar ve kahramanlık marşı, uç uç böcek, kamu davullar

Öyle olmasaydı; diyelim şu şekerrenk coğrafya, şu konfeti sağanağı

Her kim olursa karşıda, fırlayıp ilk sen çıkar mıydın mevziden

Sen yiğitlenir miydin ilk ve şu rezil insan, şu soysuz


Şu lanet


Hücum borusu

Utanma, sen söyle o yitik sözü

Yine sebepsiz, düşe kalka ve mağlup

Yüzü çevirip uzağa, senin adını silsinler ilk


Üstelik herkes üst, herkes çok ve o ilahi ses

O davudi; herkes kazanç, önceliği var müsteşarın

Sendika temsilcisinin ve işbilir patronun, ulu önderin

Bir harf öğretenin yahut ilim neredeyse bulup getirenin


Ahiret makamında rüşvetçi hâkim: Yaz kızım, Ordular İleri


Elde fitre-zekât, köşe sadaka taşı, evler pirüpak

Memurlar günahı pay ediyor, damar aksi söz

Kimlik numarası, banka dekontu, sıra harcı

Seni çağırıyor mübaşir


Bildiğin tek dost, tek düşman, tek şahit


Sedat Şanver Öğe; 1963, Urfa

Reşat’tan olma, Günser’den doğma

Evlat olsa sevilesi değil, arz ederim komutanrım




USUL VEYAHUT SEDAT ŞANVER


Hayatın ucuz talebeleri, kurnaz çocukları şu aşağılık çağın

Simsarlar, tellaklar, şairler; sen ey, kolpa kalabalık

Arka sıradaki orospu ile zevzek oğul


Sen o ey


Zurnası küf tutmuş baba

Orasından zebaniler fışkıran kadın

Boşuna kızıyorsunuz hayra ve şerre

Şeytana, mini etekli sekretere, kör talihe

Kırık kalbe ve rakamlara, tökezleyen kısrağa


Kuytuya fırlatılmış şu ceset, içinizden biri

Kurtlanmış et parçası, kutsal çitlenbik, ekşi şarap

Kömür karası gözlük ve parfüm şişesi, sandal ağacı ile alkış

Sonsuza uzanan çan kulesi, minare ve havra, buhurdan ile duman


Sen o ey, uyduruk insan; kadın yahut erkek, çocuk yahut ihtiyar


Cehennemin orta yerine kurulmuş bu taht, deniz manzaralı

Bu evler, bu arabalar, bu vatan; ayartılmış musalla taşı bu

Bunun için ölüp öldürdünüz, göğüs dolu madalya

Sizle birlikte gömülecek ne varsa sizden geri

Işık sönük ardınızdan, renk öksüz


Fazla mesai ücreti, ustalık belgesi, eşsiz sevişme anı

Bunun için hep, bunun için şu tek yudumluk nefes

Kasıklar uyanık, hayalar diri, surat üçkâğıt

Kimlikler, pasaportlar, hudut boyları

Kapı kilit, ayna düzenbaz


Bir tek tanrı daha günahkâr hepinizden, tanrı ve devlet


Usul, kabul et

Devlet, halkların bekâretini bozduğunda kanama normaldir
























































SEDAT ŞANVER ÖĞE


07.12.1963, Urfa…


Yayınlanmış Şiir Kitapları


Dilin İsyanı (1985)

Aşiret ve Otomobil (1990)

Haremdeki Kadınlar (1994)

Gezgin ve Katil (2004)

Kendine Akan Su (2009)

Devletin Piç Yatakhanesi (2011)

Cümle Kapısı (2014)

İskelet Anahtarı (2016)

Muhacir Kelimeler Haritası (2016)

Kelimeler, Kibir ve Telaş (Toplu Şiirler, 2017)

Kâbusnâme (2018)

Terzi Sökükleri (2020)

Cumhuriyet Pasajı (2023)

İÇİNDEKİLER



DİYARBEKİR BEDEN DİBİ 07

KARAKÖY DİK YOKUŞ 08

ŞARK ISLAHAT PLANI 09

DERSİM 10

MEDENİYET ALIŞTIRMALARI 11

EN UZUN ADIM 12

DİL KURUMU 13

SERBEST CUMHURİYET FIRKASI 14

DAĞINIK MÜLK 15

UMUMİ MÜFETTİŞLİK 16

TENHA ÖMÜR 17

SİVAS'TA KARKAS MİNARE 18

MEŞRU MÜDAFAA 19

ÜLKÜ 20

İZMİR SUİKASTI 21

SU MAHKÛMU 22

GEÇMİŞ GÜN 23

ESMER ÖNLÜK 24

ÇOK ŞAPKALI ASAYİŞ 25

ASRİ MEKTEP 26

ASKER KAÇAĞI 27

ÖTEKİ 28

MAARİF VEKALETİ 29

VEDA BAKIŞI 30

BANU ERGÜDER 31

HABERDAR 32

ALİ ŞÜKRÜ BEY 33

TOPAL OSMAN 34

TEŞKİLAT-I MAHSUSA 35

KEKEME KEDİ: Mİ… YAV… 36

İHSAN NURİ 37

HAYATA TEYEL 38

UYSAL İHTİMAL 39

PARTİ VE ARBEDE 40

BAŞKA 41

EMVAL-İ METRUKE 42

GÖÇ YARASI 43

TEVHİD-İ TEDRİSAT 44

MUTEBER VATANDAŞ 45

ENVERİ ELİFBA 46

TAKRİR-İ SÜKÛN 47

ZAFER TIRAŞI 48

MECLİS-İ MEBUSAN 49

YASAK İBADET 50

KARPİÇ LOKANTASI 51

ÖRFİ İDARE 52

MAHRUMİYET BÖLGESİ 53

VATAN VE NAMUS 54

ÇAĞ VE BAYRAK 55

KÖY ENSTİTÜLERİ 56

DEVLET PLANLAMA TEŞKİLATI 57

NÜMAYİŞ ÖNCESİ HAZIRLIK 58

ŞİKEPŞİNE 59

BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR 60

BÜYÜK EFENDİ 61

KÂZIM KARABEKİR 62

EKMEK KARNESİ 63

İLTİCA 64

MÜBADELE 65

FİKRİYE 66

LATİFE 67

AFET İNAN 68

SABİHA GÖKÇEN 69

SANASARYAN HAN 70

YAĞMA VAKTİ 71

KUBİLAY 72

MUHACİR RESMİGEÇİDİ 73

KÖRDÜĞÜM COĞRAFYA 74

KIR SAKİNLERİ 75

HÜKÜMDAR MEMUR 76

ALİ KEMAL 77

MEÇHUL TARİH 78

1921 YAHUT 1924 79

HAYATIN DOĞUSU 80

SEYİT RIZA 81

ÇOBAN VE SÜRÜ 82

KURT KANUNU 83

ENVER YOKUŞU 84

ERTELENMİŞ İNAT 85

PLASTİK DİL 86

MEŞRU CİNAYET 87

KURTARICI ASKER 88

TASARLANMIŞ GÜN 89

İLK TABAKA: TEMSİL 90

İKİNCİ TABAKA: TEDİP 91

ÜÇÜNCÜ TABAKA: TENKİL 92

DÖRDÜNCÜ TABAKA: TEHCİR 93

BEŞİNCİ TABAKA: TEMDİN 94

ALTINCI TABAKA: TASFİYE 95

YEDİNCİ TABAKA: TAKTİL 96

VARLIK YOKLUK 97

VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ 98

LEYLİ MECCANİ 99

SAFRA 100

KESİM TÖRENİ 101

MAĞLUP TARAF 102

MİRAS 103

BESLEME ORDU 104

ETRAFI DUMANLI DAĞLAR 105

USUL VEYAHUT SEDAT ŞANVER 106












































İzmir, 2023